Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi


İçeriden Tosun Dayı’nın titrek, solgun, hâlsiz sesi işitildi:

‒ Yâhû, kim o?

‒ Kezban.

‒ Buraya gelsenize…

Kapıda ayakta duran yaşlı kadın kızı içeri aldı. Hasta, yerden bir karış kadar yüksek bir sedirin üzerinde uzanmış yatıyordu. Sakallı, esvaplı bir iskelet sanılacak derecede zayıflamıştı. Karanlık ağzının içindeki uzun dişleri bembeyaz görünüyordu. Gözleri, parlak birer karanlık saklayan iki derin çukurdu. Kezban ocak başındaki mindere çöktü. Fatma Molla da oturdu. Hasta nefesini topladı. Dinlene dinlene sordu:

‒ Ne… var… ki?…

Kezban:

‒ Babam kasabaya gitti, gelmedi amca…

‒ Niçin gitti?

‒ Eseoğlu’ndan alacağı vardı da… Onu istemeye…

‒ Erken mi gitmişti?

‒ Çok erken.

‒ Gelir kızım.

‒ ….

Ocağın üstündeki kandilin sarı ziyâsı, bu küçük odaya canlı bir mezar şekli veriyordu. Tosun Dayı ölmek üzereydi.

Ocağın dibindeki siyah kedi gözlerini yummuş ve sanki hayatın bu çirkinliğini ihtiyarlıkla hastalığı görmek istemiyordu. Bir süre sustular. Birden dışarıda pek yakından bir baykuş kahkahası aksetti. Kedi, gözlerini açtı. Hasta, ihtiyar kadın, genç kız bakıştılar.

Fatma Molla:

‒ Üç gecedir bu uğursuz musallat oldu. Tepemizde ötüp duruyor. dedi.

Hasta daha ziyade sarardı. Sanki işitmemiş gibi davranıyordu. Sonra yavaş yavaş koyunlardan, ekinlerden konuşmaya başladılar. Bu sene Tosun Dayı’nın üç ineği de gebeydi.

Kezban manasını duymadan cevaplar veriyor, babasının nerede kalabileceğini düşünüyordu. Yatsı ezanı okundu. Fatma Molla abdeste kalktı. Kezban:

‒ Ben de gideyim, dedi. Babam gelirse, beni beklemesin.

Kapının dışarısı simsiyahtı. Bastığı yerleri görmeyerek yürüdü. El yordamıyla çitten çıktı. Karanlığa alışan gözleri şimdi duvarları, ağaçları, sokakları fark ediyordu. Kendi kapılarının önünde bir gölge gördü. Yüreği “hop” etti. Babası mıydı? Hayır, kısa boylu bir adam.

‒ Kimdir o?  diye seslendi.

‒ Recep.

‒ Ne var?

‒ Sana baktım.

Kezban hızla kapıdaki adama yaklaştı. Bu, Nalbant

İsmail’in genç oğluydu. Beraber büyümüşlerdi. Heyecanla sordu:

‒ Beni ne yapacaksın?

‒ Şey…

‒ Ne?

‒ …..

‒ Söyle be!

‒ …..

‒ …..

Delikanlı bir şey söylemiyor, başını arkaya çeviriyor, Kezban’ı sanki görmemek istiyordu. Köpek arkadan çitin kapısını tırmalayarak havlıyordu. Kezban yüreğinin çarpıntısından düşeceğini sandı. Eliyle çite dayandı.

‒ Ülen, söyle ne var?

‒ Amcamı vurmuşlar!

‒ Babamı mı?

‒ Ha!…

‒ …..

Birdenbire nefesi tıkanır gibi oldu. Dişleri kilitlendi. Ağzını açamadı. Recep aptal aptal genç kıza bakıyordu. Kezban son bir çabayla sordu:

‒ Nerede?

‒ Eseoğlu’nun çiftliğinde.

‒ Kim haber verdi?

‒ Çobanlar! Korucular; «Gelin, cenazesini alın!» diye köye haber göndermişler.

‒ …..

Kezban olduğu yere çöktü. Başını ellerinin içine aldı. Hüngür hüngür ağlamaya başladı. Recep gidemiyor, genç kızın başucunda duruyordu. Ağlaya ağlaya sanki gözyaşları bitti Kezban’ın. Hıçkırıkları seyrekleşti. Recep üzerine eğiliyor:

‒ Galk kardaşım, galk, hedi bize gidelim. diyordu.

Kezban karanlığın içinde birden bire doğruldu.

‒ Ben gidiyorum! dedi.

‒ Nereye?

‒ Babamın ölüsüne.

‒ Şimdi gece. Yarın bütün köylü gidecek.

‒ Ben duramam.

‒ Ben de geleyim.

‒ İstemez…

‒ …..!

Hikayenin Sayfaları

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir