Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi


Nalbant İsmail:

‒ Pekâlâ! korkuyor emme, gene fenalık etmeden vazgeçmiyor. dedi.

‒ Elinde değil.

‒ Eli kopsun…

Muhtar, Yörük Hoca’ya döndü.

‒ Ha! Azıcık daha unutacaktım, dedi. Eseoğlu dermiş ki: «Yörük Hoca ölsün, Kumdere’yi de ele geçireceğim!»

‒ Kime demiş ki?

‒ Herkese…

‒ Ecel yaşa bakmaz oğul! Sayısı, sırası yoktur. Ben öleceğim de, o dünyaya kazık mı dikecek! Hem o daha bizim köye elini uzatacağına bana borcunu versin! Odadakilerin hepsi Yörük Hoca’nın gözlerine baktı.

Muhtar da şaşmıştı.

‒ Sana borcu mu var?

‒ Var ya…

‒ Ne kadar?

‒ Yüz elli lira kadar.

‒ Ne vakit almıştı?

‒ Üç sene oluyor. Bir cuma günü kasabadaydım. Harmanı yeni satmıştık. Köylülerden alacaklarımı da almıştım. Bu herif bana rastgeldi: «Aman hoca, şu dakika çok sıkıştım. Bana üzerindeki paraları ver!…» dedi.

‒ Eey, sen de verdin mi?

‒ Verdim.

‒ Senet filan almadın mı?

‒ Almadım.

Kamçısızların Veli güldü:

‒ Öyleyse, artık ahrette alırsın.

‒ Hayır, dünyada alırım.

Hacı Durmuş da başını salladı:

‒ O herif dünyada borcunu vermez…

dedi.

‒ Ben alırım.

‒ Görürüz.

‒ Hem yarın…

Muhtar yemin etti:

‒ Hoca inat etme, vallahi vermez.

‒ Ben alırım.

‒ Nafile başına belâ alacaksın!

Kapının yanında duran Kezban hiç lafa karışmıyor, yalnız  dinliyordu. O da babasının Eseoğlu’ndan alacağı olduğunu yeni işitmişti. Bu herifi üç sene evvel, bir gün pazarda görmüştü. Sarı, esmer, çirkin suratı, çarpık burnu, dişlek ağzı gözünün önüne geldi. Meçhul bir nefretle titredi.

Şimdi köylüler av hikâyelerine başlamışlardı. Henüz köyde iki gizli martin vardı. Kışın onunla, nöbetleşe ayı avına gidiyorlardı. Ama postu kasabaya götüremiyorlar, daha yukarıdaki köylere satıyorlardı. Eğer kasabada ayı postu görseler, «Ne ile vurdunuz?» diye hemen zaptiye mülâzımı insanı yakalıyordu.

Laf Tosun Dayı’nın hastalığına intikal etti,

‒ İnce dert! diyorlardı.

Beş yetişmiş oğlunun hepsi Yemen’e gitmiş, hiç biri geri gelmemişti. Bu ihtiyar, gelmemiş oğullarını düşüne düşüne eridi. Sapsarı oldu. Bir deri bir kemik kaldı. Şimdi ölüyordu. Bütün çifti, çubuğu kimsesiz bir ihtiyar kadıncağıza kalacaktı. Oradan lafı Moskoflara intikal ettirdiler. Köyde her toplanmanın sonu Moskof hikâyesiyle biterdi. Yine her vakit ki gibi Hacı Durmuş, Yörük Hoca birer vaka anlattılar.

Bu, bitmez tükenmez bir romandı. Elle tutulan patlamamış gülleler! Gece hücumları! «Allah Allah!» sesini duyunca Rus ordularının silahlarını atıp kaçışı! Kurşun vurmaz kumandanlar! Yeşil sarıklı hayal ordularının yol açması! Yörük Hoca anlattıkça, dinleyenler heyecana geliyorlardı. Bu sefer anlattığı, vücudu yarı beline kadar donmuş bir nöbetçinin macerâsıydı. Kendini değiştirmeye gelen arkadaşını görünce, şehadet getirmeye başlamış, yürüyememiş, hemen oracıkta ölmüştü. Köylülerden biri:

‒ Ah, şu Moskofla bir kere daha karşı karşıya gelsek! dedi. Yörük Hoca güldü.

‒ Oğul! Şimdi Moskof içimizde!

Hacı Durmuş tasdik etti:

‒ Moskof içimizde! Her gün ölüyoruz. Küme küme ölüyoruz işte!

Sonra Anadolu’nun çektiği ıstırabı anlatmaya başladı.

Halk daha içerilerde ot yiyor, çuval giyiyordu. Mısır koçanından yapılma ekmeği bile ömründe görmeyen Türkler vardı. Kaç yıl vardı ki hayvanlar gibi ormanlarda, kırlarda kökleri topluyorlar, ince toprak killeri un gibi midelerine indiriyorlardı.

Yörük Hoca:

‒ Bu gidişle bizim de olacağımız o… dedi. Ver, ver, ver!

Elde yok, avuçta yok! Sonumuz n’olacak?

Açlığın, çıplaklığın heyulası ta içerlerden gölgesini bu münbit ovalara bile uzatıyordu. Konuşurlarken, hepsinin yüzünde bu günün karartısı belli oluyordu. Hacı Durmuş, içerlerinin haraplığını, perişanlığını anlattıkça hep bir nakarat gibi:

‒ Bu bizim, «her şeye» eyvallah deyip, boyun eğmemizdendir! sözünü tekrarlıyordu.

O ihtiyardı. Zaten birkaç günlük ömrü kalmıştı. Fakat eli ayağı tutanlar, hiçbir haksızlığa razı olmamalıydı. «Ah!, diyordu, her memlekette bir adam çıksa…

Ne rüşvet kalır, ne zulüm kalır, ne nefes kalır! Bir kişi… bir
kişi…»

Yörük Hoca da onun fikrindeydi.

İçlerinden biri dedi ki: «Yemen, Arabistan kasaphanesi durdukça köylerimizde genç kalmıyor!» Bu pek doğruydu.

Hepsi gözlerini yerlere indirdiler. Köyde en aşağı iki dinç evladını Yemen çöllerinde kaybetmemiş aile yoktu! Sanki durmak, dinlenmek Türkün nasibi değildi. Bir muharebe biterken biri çıkıyordu. Ha Mora, ha Sivastopol, ha Sırp, ha Karadağ, ha Moskof… Sonra bunlar yetmiyormuş gibi bir de Arabistan! Bu kadar fedakârlıklara karşı ya görülen zulüm!

Çektiklerini hatırlayan köylülerin benizleri soluyordu.

Geç vakit gitmeye kalktılar. Bu gece hep acı şeyler konuşmuşlardı. Çam Hüseyin, tavana varan uzun boyuyla kapıdan çıkarken:

‒ Keşke Hoca, bize biraz kitap okuyuvereydin! Konuştuk, zehirlendik! dedi.

Gündüz gibi bir mehtap avluyu aydınlatıyordu. Kezban, Yörük Hoca, dış çite kadar misafirleri teşyi ettiler. Dönerlerken Kezban ahıra uğramak için ayrıldı.

Babası:

‒ Yarın kasabaya gideceğim! Atı erken hazırla! dedi.

‒ Niye gideceksin?

‒ Şu Eseoğlu’ndan benim parayı istemeye!

‒ Pekâlâ…

İhtiyar durdu, iri, güzel kızının gidişine baktı. Gayrı ihtiyârî:

‒ Ah, şu bir erkek olsaydı!

diye içini çekti. Kezban döndü:

‒ Bir şey mi dedin ki baba?

‒ Yok, bir şey demedim.

‒ …..

Fakat Kezban, onun dediğini, onun niçin ah ettiğini duymuştu. Evet, erkek olsaydı, erkek olsaydı…

Gözünün önüne çamlı dağlar, karlı yollar, hainlerin, hırsızların, namussuzların, zalimlerin murdar çamurlara, kanlara bulanmış ölüleri geldi! Ah erkek olsaydı… Fakat, işte kızdı! Erkek olmanın çaresi yoktu. Düşüne düşüne ahıra girdi. Atın önüne ot koydu.

Eşek köşeye tıkılmıştı. Onu çekti çıkardı. Sonra eve girdi.

Babası odasına çekilmiş, yatmıştı. O yatağını serdiği sedirin kenarına oturdu. Gözlerini, ayın mavi ışığıyla etrafı gümüşlenen yüksek, çamlı dağlara dikti. Gece işittikleri birer birer zihninden geçiyordu. Kulakları çınlamaya başladı. Bülbüllerin sesini duymuyordu.

‒ Ah, erkek olsaydım! dedi.

Yatağına soyunmadan yüzükoyun uzandı. Sabaha kadar uyuyamadı.

Hikayenin Sayfaları

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir