Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
Masal arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/masal Hikaye Çeşitleri Sun, 17 Mar 2024 23:00:48 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center Masal arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/masal 32 32 Hikaye Oku: “Bu Yollar Uzar” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikaye-oku-bu-yollar-uzar-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikaye-oku-bu-yollar-uzar-hikayesi.html#respond Sun, 17 Mar 2024 23:00:48 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9319 Hikaye Oku: “Bu Yollar Uzar” Hikayesi Postacı Hayri; 26 yaşında bir delikanlı. Belediye kâtibine bir kağıt götürmüştü, dönerken kasabın çırağına rasgeldi. Çırak onu görünce durdu: Hayri’ye: — Kuzu ciğer istemişsin, dedi, usta ayırdı. Eve götürdüm, kimse yoktu. İstersen şimdi al, istersen dükkândadır, eve giderken alırsın! “Evde kimse yoktu” sözü kulağını tırmaladı. — Kapıyı vurdun mu? […]

The post Hikaye Oku: “Bu Yollar Uzar” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye Oku: “Bu Yollar Uzar” Hikayesi

Postacı Hayri; 26 yaşında bir delikanlı. Belediye kâtibine bir kağıt götürmüştü, dönerken kasabın çırağına rasgeldi. Çırak onu görünce durdu: Hayri’ye:

— Kuzu ciğer istemişsin, dedi, usta ayırdı. Eve götürdüm, kimse yoktu. İstersen şimdi al, istersen dükkândadır, eve giderken alırsın!

“Evde kimse yoktu” sözü kulağını tırmaladı.

— Kapıyı vurdun mu? Diye sordu.

— Vurdum. Evde adam olsaydı duyardı. Komşular duydular.

— Koy dükkana, ben uğrar alırım.

Yürüdü, postaneye gitti. Yüreğinde bir sıkıntı, bir ateş. Altı aylık evlidir. Karısını gözünden kıskanıyor. Adamın aklına en olmayacak şeyler gelir!…

Postanede duramadı, Arkadaşına:

— Recep, dedi, sen buradan ayrılma. Beni yukarıdan sorarlarsa, belediye ye gitti, de. Ben eve kadar bir gideyim. Şimdi gelirim.

Kasaptan ciğeri aldı, bir solukta eve.

Yukarı mahallede oturuyorlardı. Evinin kapısına varınca cebinde anahtarını aradı. Elleri titriyor “Elbet bir şey var ki, ellerim böyle titriyor.” diye düşünüyordu.

Kapıyı açtı. Hiç ses yok.

Kapının sağ yanında her gün oturdukları odaya baktı. Yok. Kapının arkasında, çiviye asılmış bir erkek ceketi ile pantolon var. Buz gibi oldu. “Bunlar kimin” diye düşündü. Kendisinin!… Kıskançlık gözlerini bürümüş, görüyor da tanımıyor.

Yattıkları odanın kapısını açarken içeride karısını bir yabancı ile görecekmiş gibi geliyordu. Orası da boş.

Nereye gitti? Komşulara gitmez. Hırsız korkusu ile evi boş bırakmaz. Bırakacak olsa bile haber verir. Onu nerede aramalı?

Ciğeri mutfakta bırakıp kaynatasının evine gidecekti. Ara kapıyı açıp bahçe üstüne, camekânlı sofaya çıktı. Kulağına kadın sesleri geldi. Bahçe büyük, ağaçlarda kapıyor, kimler olduğu görülmüyor. Eğildi, ağaçların altına baktı. Karşı duvarın dibinde birkaç kadın var. Kendi kız kardeşini tanıdı.

Elinde ciğerle bahçeye çıktı. Komşu kızları, hasım kızları toplanmışlar; çocuklukları akıllarına gelmiş olsa gerek, köşe kapmaca oynuyorlar. Bağrışıp gülüşüyorlar.

Biraz yaklaşınca karısı onu gördü. Koştu, ciğeri elinden aldı, mutfağa girdi, oradan da sabunla el havlusu getirdi.

Hayri; kızlara sataşıp alay etmek istiyor, karısı da:

—Hadi, ellerini yıka, ellerini yıka. Çabuk olsana, diye bağırıyor. Hayri’yi kuyu başına çekiyordu. Hayri sevindi. Karısının yüzüne bakıp güldü. Sonra ellerini yıkadı. Elinde havlu ile kızlara doğru yürüdü:

– Ulan şu ettiğiniz işe bakın be! İçinizde bu evli, bu da evli – kendi kız kardeşini göstererek – bu da sözüm yabana, nişanlı. Kalanınız da at gibi kızlar, bağırtınızdan deniz kıyısında durulmuyor!

Kızlar:

—Sen karışma, git işine, diye bağırdılar.

Hayri onlara bakıp gülüyordu.

Kız kardeşi:

—Yıkıl, git oradan, sen bize ne karışıyorsun diye bağırdı.

Hayri:

—Ulan, dedi seni alan herifte kaz kadar beyin var mı?

Karısı havluyu elinden alıp:

—Hadi git işine, diye kolundan çekiştirmeye başladı.

Kızlar da arkasından ittiler, Hayri’yi bahçeden aşırdılar. Karısı da arkasından geldi. Eve girince Hayri durdu. Karısını kucakladı. Bağrına bastı. Sanki kırk yıldır görmemiş gibi. Yüzünden, gözünden öptü. Doyamıyor, bitiremiyordu.

Karısı:

— Canım ne yapıyorsun? … Çocuk musun? … Kızlar bahçede diye, çırpınıyor!

Güçle elinden kurtuldu.

Hayri, evden çıktı. Elleri ceplerinde, ıslık çalarak, ayaklarını sürterek yokuşta aşağı iniyordu. Denizden karpuz kokuları geliyor. Uzakta gök kavşağında bir duman var. Bugün posta günü mü?

Yetim Mehmed’in evinin köşesinde Semerci Halil ustaya karşı geldi. Halil usta, yokuşu yavaş yavaş çıkıyor. Soluyarak:

— Ne o Hayri, dedi, evden mi geliyorsun? Geceler yetmiyor değil mi?

— Yok valla, dayı. Ciğer almıştım da eve bıraktım… İşte gidiyorum.

Halil usta, Hayri’nin arkasından söylendi:

— Git bakalım… Git ya! Ama bu işler e böyle sürer sanma! Benim de günde üç yol eve gidip dükkâna döndüğüm olurdu. Sonra yollar uzadı. Şimdi tövbeler olsun… İkindiyin dükkândan çıkıyorum, akşama eve zor yetişiyorum. Bir gün gelir bu yollar, sana da uzar anladın mı? Bu yokuşlar sana da domuzlaşır. Tıknefeste at gibi solur solur da çıkamazsın. Bak bana! Gidi gençlik…

Hayri, bu sözlerin hiç birini işitmedi.

Çoktan yokuşu inmiş, beklide postaneye de varmıştır.

Memduh Şevket ESENDAL 

Memduh Şevket Esendal – Biyografi

Memduh Şevket Esendal 29 Mart 1883 tarihinde Çorlu’da Rumeli göçmeni olan yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.

Çocukluğu savaş yıllarına rastladığından dolayı  maddi sıkıntılar nedeniyle düzenli bir eğitim görememiştir. Ancak kendi kendisini yetiştirmiş; Arapça, Farsça, Fransızca öğrenmiştir. Babasının ölümünden sonra çalışarak ailesinin sorumluluğunu üstüne aldı, 1900’de gümrük memurluğu yapmış,  İstanbul Teftiş kuruluna çağrıldı, parti müfettişi olarak görev yaptı. Tüm yurdu gezdi. Kurtuluş savaşında Atatürk ile birleşen İttihatçıların arasında yer aldı.

Büyük Millet Meclisi kurulduktan sonra, 1921’de orta elçi olarak Azerbaycan Bakü’ye gönderilmiştir. Dönüşünde “Meslek” adlı haftalık siyasi gazeteyi çıkarmış, çeşitli liselerde tarih ve coğrafya öğretmenliği yapmıştır. Tahran elçiliğine atandı. Elazığ’dan Milletvekili oldu. Kabil ve Moskova elçiliği yaptı. Bilecik’ten milletvekili oldu. Daha sonra CHP genel sekreteri olarak seçildi.

1945 yılından itibaren siyasi hayatına son vermiş ve sadece edebiyata yönelmiştir. Dergi ve gazetelerde yazıları yayımlanmış ve eserleriyle ödül almış olan sanatçı 16 Mayıs 1952’de Ankara’da yaşamını yitirmiştir.

Esendal’ın ilk yazıları İrtika (1902), Musavver Fen ve Edep (1900) gazete ve dergilerinde çıktı. Ama onun asıl hikayeleri ne zaman yazdığı bilinmiyor. Yayınılanan ilk hikayesinin 4 kanunu­evvel 1324 (17 aralık 1908) tarihli Tanin gazetesinde çıkan “Veysel Çavuş” olduğu Muzaffer Uyguner tarafından saptandı. İkinci olarak yayımlanan ise Çığır gazetesinin 1911 tarihli sayısında yer alan “İkisinin Arasında” adlı hikayesidir. Yine bu derginin 47. sayısındaki “Korku” adlı hikaye onundur. Ağustos 1912 tarihini taşıyan “El Malının Tasası” daha sonraları Meslek dergisinde “Vapur Davası” adıyla yayımlandı (31 mart 1925), son kez de “Temiz Sevgiler” adıyla işlenerek aynı adı taşıyan kitabına alındı. Toplanabilen hikayelerinin sayısı 69′ a ulaştı.

1934 yılında M.Ş.E. takma adıyla Ayaşlı ile Kiracıları romanını yayımladı. Bu roman CHP’nin düzenlediği roman yarışmasında derece aldı. Ülkü, Sanat ve Edebiyat Gazetesi, Seçilmiş Hikayeler Dergisi, Türk Dili, Ulus dergi ve gazetelerinde hikayeleri yayımlandı.

Politikadaki kişiliğini ayrı tutmak istediğinden çalışmalarını, sayıları 12’yi bulan takma adlarla yayımladı. M.Ş.E., Mustafa Yalınkat, Mustafa Memduh, M.Oğulcuk, İstemenoğlu en çok kullandığı takma adlarından oldu.

Esendal, Cumhuriyet dönemi öykücülüğünde kendine özgün bir yer edindi. Bu yer, gelişim çizgisindeki Türk öykücülüğü için önemli bir kilometre taşı sayıldı. O yıllarda birkaç usta öykücü kişiliğinde temsil edilen Türk öykücülüğü, Esendal’ın kaleminde apayrı bir nitelik gösterdi. Esendal, toplumumuzun büyük çoğunluğunu oluşturan vefalı, çalışkan; evine, işine, yurduna bağlı insanları severek anlatan bir usta öykücümüz oldu. Fethi Naci, “Telgraf yazar gibi yazıyor romanını” dedi.

Kısaca Edebi Kişiliği

  • Türk edebiyatında Çehov tarzı öykünün ilk temsilcisidir.
  • Kişilerin günlük yaşamda dikkat çekmeyen yönlerini anlattığı öyküleri ile tanınır.
  • Durum öyküsünün ilk temsilcisi olan yazarın son derece güçlü bir gözlem yeteneği vardır.
  • Kendi ifadesiyle “topluma ayna tutan” bir sanatçıdır. Toplumun aksayan yanlarını, insanların psikolojik sorunlarını ruhsal durumlarını ele almıştır.
  • Öyküyü gereksiz süslemelerden kurtarmıştır. Dili, konuşma dilidir.
  • Yapıtlarında sıradan insanların gündelik yaşamlarını anlatmıştır.
  • Hayatı ve olayları nesnel bir şekilde yansıtmıştır. Edebiyatsız edebiyat yapmaktan yanadır.
  • Kişilerini daha çok İstanbul Aksaray’daki orta tabakadan seçmiştir.

Memduh Şevket Esendal’ın Eserleri

Roman:

  • Ayaşlı ve Kiracıları (1934-1957)
  • Vassaf Bey (1983, ölümünden sonra)
  • Miras

Öykü

  • Bir Kucak Çiçek
  • Bizim Nesibe
  • Gödeli Mehmet
  • Güllüce Bağları Yolunda
  • Hava Parası
  • İhtiyar Çilingir
  • Kelepir
  • Mendil Altında
  • Otlakçı
  • Sahan Külbastısı
  • Veysel Çavuş
  • Gönül Kaçanı Kovalar
  • Mutlu Bir Son
  • Hikayeler 1. Kitap (1946, Otlakçı adıyla 1958)
  • Hikayeler 2. Kitap (1946 Mendil Altında adıyla 1958)
  • Temiz Sevgiler (iki cilt, ölümünden sonra 1983)
  • Veysel Çavuş (1984, ölümünden sonra)
  • Bir Küçük Çiçek (1984, ölümünden sonra)
  • İhtiyar Çilingir (1984, ölümünden sonra)
  • Bütün eserleri 9 cilt olarak 1983-1984’te yayınlandı

Hatıra

  • Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar

Mektup

  • Kızıma Mektuplar
  • Oğullarıma Mektuplar

hikaye, hikaye oku, öykü, masal, biyografi, Memduh Şevket Esendal, düşündüren hikayeler, duygusal hikayeler, hikaye okumak, hikaye arşivi, hikaye örnekleri, Memduh Şevket Esendal hikayeleri,

The post Hikaye Oku: “Bu Yollar Uzar” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikaye-oku-bu-yollar-uzar-hikayesi.html/feed 0
Kısa Çocuk Hikayeleri “Fatoş’un Bebeği” https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/kisa-cocuk-hikayeleri-fatosun-bebegi.html https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/kisa-cocuk-hikayeleri-fatosun-bebegi.html#respond Wed, 17 May 2023 15:31:55 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9047 Kısa Çocuk Hikayeleri “Fatoş’un Bebeği” Fatoş, annesiyle birlikte alışverişe çıkmıştı. Oyuncak satan mağazanın yakınına geldiklerinde, Fatoş: “ Anneciğim, sınıfımı geçince bana alacağın oyuncak bebeği görmek istiyorum “ dedi. “ Onu ne kadar sevdiğimi bilemezsin, anneciğim. O çok şirin, çok tatlı bir bebek. O bebek mutlaka benim olmalı. Sınıfımı geçince o bebeği bana alacaksın, değil mi […]

The post Kısa Çocuk Hikayeleri “Fatoş’un Bebeği” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Kısa Çocuk Hikayeleri “Fatoş’un Bebeği”

Fatoş, annesiyle birlikte alışverişe çıkmıştı. Oyuncak satan mağazanın yakınına geldiklerinde, Fatoş:

“ Anneciğim, sınıfımı geçince bana alacağın oyuncak bebeği görmek istiyorum “ dedi. “ Onu ne kadar sevdiğimi bilemezsin, anneciğim. O çok şirin, çok tatlı bir bebek. O bebek mutlaka benim olmalı. Sınıfımı geçince o bebeği bana alacaksın, değil mi anneciğim?..”

Bunun üzerine annesi:

“ Tabii kızım.“ dedi.“ Sen yeter ki, sınıfını geç. Karneni aldığın gün, o bebeği sana alacağım.”

Biraz sonra Fatoşla annesi mağazanın vitrini önünde durdular. Fatoş, ilk anda vitrindeki bebeği gördü. İşte oradaydı, hep aynı yerde.‘ Nasılsın Ülkü? ‘diyerek bebeğin hatırını sormak ihtiyacını hissetti düşüncesinde. ‘ İyi misin Ülkü?..Merak etme güzel bebek, pek yakında birbirimize kavuşacağız. Ben, seni çok seviyorum ve inanıyorum ki, sen de, beni çok seveceksin. Bu nasıl olacak diye sorma bana güzel bebek., çünkü, ben sana her zaman iyi davranacağım, seninle güzel güzel konuşacağım, sana tatlı sözler söyleyeceğim, senin kalbini hiç kırmayacağım. ‘ Annesinin “ Fatoş..” demesiyle düşüncelerinden sıyrıldı, Fatoş. “ Haydi kızım, gidelim artık. Sonra geç kalacağız ama. “

Fatoş:

“ Tamam anneciğim, özür dilerim “ dedi. “ Bir an daldım!..” Daha sonra Fatoş, annesinin elinden tutarak, yürüdü.

Aradan günler geçti, ders yılı sonu geldi ve Fatoş karnesini alarak 3. sınıfa geçti. Aynı gün annesi Fatoş’u oyuncak satan mağazaya götürdü ve bebeği satın alarak kızına verdi. Fatoş, bu güzel armağan için annesine teşekkür etmeyi unutmadı. Fatoş, bir süre evde bebeğiyle oynadıktan sonra, sokağa çıktı. Fatoş’u gören Burcu, onun yanına gelerek, “ Fatoş, bu bebeği yeni mi aldınız? “ diye sordu.

Fatoş:

“ Evet Burcu..” dedi. “ Sınıfımı geçtiğim için, annem bana bu bebeği aldı. Ne kadar sevindim bilemezsin. Çok şirin bir bebek değil mi? Hem adını da ben koydum. Adı Ülkü…”

“ Adı da kendi gibi güzelmiş bebeğinin. “ dedi Burcu. “ Ülkü’ yü sevmeme izin verir misin? “

“Tabii olur Burcu, al sev Ülkü’ yü” dedi Fatoş ve bebeği arkadaşına verdi. Daha sonra Fatoş, sınıf arkadaşı olan Burcu’ ya, sınıfını geçti diye bir armağan alınıp alınmadığını sordu. Burcu da, nasıl bir armağan istemesi gerektiğine bir türlü karar veremediğini söyledi. Bunun üzerine Fatoş, Ülkü’yü satın aldıkları mağazanın vitrininde çok güzel bir bebeğin daha olduğunu, yarın annesiyle gidip o bebeği görebileceğini, eğer beğenirse, bebeği satın alabileceklerini ve birlikte evcilik oynayabileceklerini anlattı. Fatoş’un fikrini olumlu bulan Burcu, bu konuyu akşam yemeğinden sonra anne ve babasına açacağını söyledi.

Vakit gece yarısını geçeli biraz olmuştu ki, Fatoşun bebeği ayağa kalktı. Baktı Fatoş derin uykuda. Hemen odadan çıktı. Bu iş buraya kadardı. Daha fazla dayanamayacaktı. Ne güzel mağazanın vitrininde diğer bebekle sohbet ediyordu. Ya şimdi ne vardı? Konuşacak kim vardı? Yapayalnız, sessiz sessiz, bekle dur. Olacak şey miydi bu? Konuşmadan öylece beklemekten bıkmıştı. Doğruca mağazaya gidecek ve arkadaşına kavuşacaktı. Koridordan geçtikten sonra, sokak kapısını açtı. Kapıyı kapatıp yola çıktı. Issız ve yarı karanlık yolda hızlı adımlarla yürümeğe başladı. Ancak sabaha karşı mağazanın vitrini önüne gelen Fatoşun bebeği, arkadaşının yerinde yeller estiğini görünce, olduğu yere çöküverdi. Arkadaşı vitrinde yoktu, demek ki, satılmıştı, alan da kim bilir kimdi?

Fatoşun bebeği bir süre mağazanın vitrini önünde çaresizlik içinde kalakaldıktan sonra, toparlandı ve gerisin geriye dönerek, Fatoşların evine doğru yürümeğe başladı. Evin önüne geldiğinde, öğle üzeri olmuştu. Sokak kapısı kapalıydı. Kapının önündeki çöp bidonunun arkasına saklanıp, beklemeğe başladı. Aradan on beş-yirmi dakika geçmişti ki, karşıdaki evin sokak kapısı açıldı ve Burcu dışarı çıktı. Burcu’nun kucağındaki bebeği hemen tanıdı. Çok sevindi o anda. Vitrindeki arkadaşını, demek ki, Burcu almıştı. Burcu gelerek kapının zilini çaldı. Kapıyı Fatoş açtı. Fatoş’ la Burcu konuşurken, aralık kalan sokak kapısından içeri süzüldü. Fatoş’ un onu gece yatmadan önce bıraktığı koltuğun altına uzandı. Biraz sonra Burcu evine gidince, Fatoş odasına geldi, bir iki yere baktıktan sonra, bebeği koltuğun altında buldu. Bebeği kucağına alan Fatoş, mutfakta yemek hazırlamakta olan annesinin yanına koştu.

Meğer evlerinde akşam yemeği yendikten sonra, Burcu, anne ve babasına durumu anlatmış, onlar da, “ İstersen şimdi gidip bebeği alalım, hem de gezmiş oluruz. “ demişler ve vitrindeki diğer bebeği Burcu’ya alıvermişler. Öğle yemeğinden sonra Fatoş ile Burcu evcilik oynamaya başladılar. Fatoşun bebeği Ülkü ile Burcunun bebeği Arzu nihayet bir araya gelmişti. Topu topu bir gün ayrı kalmışlardı, fakat anlatacak o kadar çok şey vardı ki…

Şimdilik sadece bakışmakla yetineceklerdi, konuşmak için fırsat nasıl olsa bulurlardı.

hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, kısa çocuk hikayeleri, çocul hikayeleri, öykü, çocuk öyküleri, kısa çocuk öyküleri, masal, çocuk masalları, çocuklara masallar, hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, kısa çocuk hikayeleri, çocuk hikayeleri, öykü, çocuk öyküleri, kısa çocuk öyküleri, masal, çocuk masalları, çocuklara masallar, eğitici hikayeler, öğretici hikayeler, çocuklar için hikaye, eğitici hikayeler, öğretici hikayeler, çocuklar için hikaye, hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, kısa çocuk hikayeleri, çocuk hikayeleri, öykü, çocuk çocuklara masallar, eğitici hikayeler, öğretici hikayeler, çocuklar için hikaye, 

Kısa çocuk hikayeleri, çocul hikayeleri, öykü, çocuk öyküleri, kısa çocuk öyküleri, masal, çocuk masalları, çocuklara masallar, hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, kısa çocuk hikayeleri, çocuk hikayeleri, öykü, çocuk öyküleri, kısa çocuk öyküleri, masal, çocuk masalları, çocuklara masallar, eğitici hikayeler, öğretici hikayeler, çocuklar için hikaye, eğitici hikayeler, öğretici hikayeler, çocuklar için hikaye, hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, kısa çocuk hikayeleri, çocuk hikayeleri, öykü, çocuk çocuklara masallar, eğitici hikayeler, öğretici hikayeler, çocuklar için hikaye

The post Kısa Çocuk Hikayeleri “Fatoş’un Bebeği” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/kisa-cocuk-hikayeleri-fatosun-bebegi.html/feed 0
Ağaçların Kralı Hikayesi https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/agaclarin-krali-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/agaclarin-krali-hikayesi.html#respond Wed, 05 Apr 2023 13:49:12 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8991 Ağaçların Kralı Hikayesi Kısa Hikaye Oku Bir gün ağaçlar “Bizim de bir kralımız olsun” demişler. Bunun için önce zeytin ağacına sormuşlar: – “Zeytin ağacı; bizim kralımız olur da bizi yönetir misin?” Zeytin ağacı kaşlarını çatmış: – “Benim şerbet gibi yağım var. Herkes beni çok sever. Neden ağaçların kralı olayım?” demiş. Ağaçlar düşünmüşler: – “İncir ağacına […]

The post Ağaçların Kralı Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Ağaçların Kralı Hikayesi

Kısa Hikaye Oku

Bir gün ağaçlar “Bizim de bir kralımız olsun” demişler. Bunun için önce zeytin ağacına sormuşlar:

– “Zeytin ağacı; bizim kralımız olur da bizi yönetir misin?” Zeytin ağacı kaşlarını çatmış:

– “Benim şerbet gibi yağım var. Herkes beni çok sever. Neden ağaçların kralı olayım?” demiş.

Ağaçlar düşünmüşler:

– “İncir ağacına gidelim. O büyüktür, heybetlidir. Krallığa yaraşır” demişler.

– İncir ağacı; bizim kralımız olur da bizi yönetir misin?” diye sormuşlar. İncir ağacı iri yapraklarını bir aşağı bir yukarı sallamış. Sonra,

– “Benim ne işime kral olmak? Bal gibi meyvemi bırakıp da sizi mi yöneteceğim?” diye kızmış.

Gide gide meşe ağacına varmışlar.

– Meşe ağacı; ne olur, sen kralımız olmayı kabul et! Meşe ağacı damla damla gözyaşı dökmüş. – Benim ömrüm çok kısadır. Çünkü insanlar beni keserler. Benden size kral olmaz” demiş.

Ağaçlar yorgun düşmüşler. Umutlarını da yitirmişler. “Her halde biz kendimize bir kral bulamayacağız” diye ağlamaya başlamışlar. O sırada önlerine bir kozalak düşmüş. Meğer çam ağacının tam altında duruyorlarmış. Hepsi birden “Çam ağacı; sen ağaçların en güzelisin. Bizim kralımız ol” demişler. Çam ağacı onların bu isteğini kıramamış; kralları olmuş. O gün bu gündür, tüm ağaçların kralı çam olmuş.

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, hikaye okumak, öykü, öykü yaz, masal, masal oku, kısa hikaye, kısa çocuk hikayeleri,masal, kısa masallar, kısa öykü, kısa öyküler, çam ağacının masalı, kral çam hikayesi, orman, orman hikayesi, 

The post Ağaçların Kralı Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/agaclarin-krali-hikayesi.html/feed 0
GURBET HiKAYELERİ “YARA” https://hikayelerimizden.com/secme-hikayeler/gurbet-hikayeleri-yara.html https://hikayelerimizden.com/secme-hikayeler/gurbet-hikayeleri-yara.html#respond Wed, 22 Feb 2023 14:18:02 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8971 GURBET HiKAYELERİ “YARA” Refik Halid Karay Güneş çoktan batmıştı; fakat çiftlik gene, sabah oluyormuş gibi, şevkini kaybetmeyen bir aydınlık içinde, kuş cıvıltılarıyla dolu, gölgesiz, hüzünsüzdü. Sıcak iklimlerin akşamlarında, zaten, bizim sabahlarımızda duyulan neşe daha doğrusu, bir hayata, rahata giriş keyfi vardır. Gözlerinizin çiğ ışıktan ve göğsünüzün nefes darlığından kurtulacağını düşünerek bir şeyler yapmak, bir zevke […]

The post GURBET HiKAYELERİ “YARA” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
GURBET HiKAYELERİ “YARA”

Refik Halid Karay

Güneş çoktan batmıştı; fakat çiftlik gene, sabah oluyormuş gibi, şevkini kaybetmeyen bir aydınlık içinde, kuş cıvıltılarıyla dolu, gölgesiz, hüzünsüzdü.

Sıcak iklimlerin akşamlarında, zaten, bizim sabahlarımızda duyulan neşe daha doğrusu, bir hayata, rahata giriş keyfi vardır. Gözlerinizin çiğ ışıktan ve göğsünüzün nefes darlığından kurtulacağını düşünerek bir şeyler yapmak, bir zevke hazırlanmak istersiniz. Ben de emirerine dam üstünde nargilemi hazırlatmıştım, kahvemi bekliyordum; birden avluya dört atlı girdi, dört silahlı Bedevi …

Bu dediğim tarihte Sultan Hamit’in Suriye’ deki çöl çiftliklerinden birinde müdürdüm. O zamanlar böyle yerlere subaylardan kahya, askerlerden korucu gönderilirdi; aşiret Araplarının akınlarına karşı koymak için …

Gelenlerin en yaşlısı, kısrağından inip karşıma dikildi.

Sordum:

“Hayrola, ya Şeyh?”

Mesele her zaman olan işlerden: İki aşiret, bir gazve (savaş, cenk) esnasında çarpışmışlar, bu dört kişi güç bela baskından kurtulup bana sığınmış, geceyi geçirmek istiyorlar.

Dördü de silahlarını bırakıp etrafıma, damın toprak zeminine çömeldiler. Yaşlısı maşlahlıydı; öbürleri sadece birer entari giymişlerdi; abonoz saçları upuzun, örülü ve cıvık yağlıydı; kulaklarından demir halkalar sarkıyordu. Bunlar konuşmuyorlardı; dişleri bembeyaz ve gözleri simsiyah parlayarak bizi dikkatle dinliyorlardı.

Ne konuşacaktık? Şammar aşiretinin kaç çadırı, Hadidilerin kaç koyunu vardı? …

Bir aralık karşımdaki gencin birisi hafifçe inledi. Şeyh sordu:

“Hasta mısın?”

“Hayır.”

“Yaralı mısın?”

“Galiba!

Ve omzunu işaret etti,

Ere seslenip feneri getirttim. Oralarda fener ve lamba ancak böyle işlerde, mühim sebepler oldukça kullanılır. Ay olmasa da yıldızlar yakından pırıldaşır; yıldızlar bile örtülse gene gökte ışık yerine geçen bir cila parlar. Bedevi’nin sırtına baktık. Sol tarafından bir kurşun yemiş. Kan, içine sızmış olacak ki entarisi boyanmamış. Yalnız yaranın ağzında kurumuş kahve telvesini andıran pıhtılar birikmiş; güneşten
kerpiç kesmiş olan kan pıhtıları …

“Kurşun içeride kalmış!” dedim.

Şeyh başıyla tasdik etti. Sonra hiçbir şey demeden erin elinden feneri aldı, avluya indi. Yere eğilmiş, uzun uzun, bir şeyler aradığını yukarıdan görüyorduk.

Neden sonra geldi: Bir çürük değnek parçası ve mundar bir paçavra ile …

Yoğurt süzdüğümüz eski, çürük torbadan atılmış bir parça …

Bu paçavrayı değneğe iyice; sıkıca sardı; dişleriyle bir de düğüm yaptı.

“Zeytinyağı bulunur mu?”

“Olacak. .. “

Gençlerden birine döndü, bir şeyler söyledi. O, aşağı indikten biraz sonra burnuma mutfaktan yana, tavada yakılan bir zeytinyağı kokusu geliyordu.

Anladım ki bir ameliyata hazırlanıyoruz.

Yaralının sırtından entarisini çektiler. Şeyh benden çakımı istedi ve uzun ağzını açıp birden yaranın içine daldırdı.

Bir kavunun bereli, acı yerini oyup nasıl atarsak öyle yaptı. Fakat bu parçanın elyafı bedenden tamamen ayrılmamıştı ki çektiği zaman çıkmadı; altından lastik bağlara takılı imiş gibi çakının ucundan kayıp tekrar yaradaki yerine girdi. Çekip koparmak lazım gelmişti; hem de epeyce asılarak …

Yaralı “Off” bile demedi; sadece, omzunu, şöyle, bir sinek konmuş gibi oynatmıştı. Şeyh buna bile kızdı:
“Ayıp!” dedi. Genç taş kesildi.

Şimdi Şeyh ‘in iki parmağı – kirli, kara tırnaklı kadit parmakları – yaranın içine paslı bir kıskaç, bir kerpeten gibi sokulmuştu. Kurşunu bulmuş, yakalamış olacaktı ki yerinden oynatmak için tıpkı çekiçsiz ve kesersiz nasıl bir tahtadan çivi çıkarmaya uğraşırsak, öyle, iki tarafa sallamaya, ırgalamaya başladı. Sonra büktü … Sağa büktü, sola büktü. Her büküşünde yaradan koyu, kalın bir kan tabakası kabarıyordu.

Sönük petrol ışığının altında katran gibi görünen ve sıcaklığı duyulan bir kan tabakası … Sade sıcaklığı değil, öğürtücü kokusunu da duyuyordum. Çocukluğumun Kurban Bayramı kokusu!

Şeyh, yere, ayaklarımızın altına bıraktığı deminki tıkacı eline aldı; ben gözlerimi istemeyerek kapadım. Açtığım zaman bu tıkaç yaranın içinde idi; belli ki biraz güçlükle girmişti, zor işliyordu. İşliyordu diyorum; zira Şeyh’in merhametsiz eli bunu taş ocaklarında barut deliği açanların küsküsü gibi sert, granit sırtına bir tarafına daldırıp daldırıp çıkarıyor ve her çıkarışında etrafa kan, pıhtı zifosu serpiştiriyordu. Bir aralık kan fazlalaştı. Tıkanmış bir musluk yalağına nasıl bir tel veya değnek soktuğunuz zaman, aşağıdan yer bulamayan su taşarsa, öyle mecrasız bir kan kabartısı …

Bu kan yavaş yavaş azaldı, duruldu, kesildi.

O zaman Şeyh yaralıya ilk defa, şefkatle hitap etti:

“Sabret evlat!”

Bedevi genci cevap vermedi, “Gık!” demedi, hatta kımıldamadı, bir adalesi bile titremedi. Anladım ki müthiş bir şey olacak! Bu iş de oldu: İsli tavasıyla kaynar zeytinyağını getirmişlerdi; yağ pek ustalıklı bir şekilde, bir damlası etrafa sıçratılmadan, dar ağızlı bir şişeye hunisiz mayi aktarılır gibi, yaraya ağır ağır boşaltıldı.

Zavallı Bedevi buna da dayanmaya çalıştı. Fakat sonunda bir:

“Ya Allah!” dedi, diz üstü çöktü.

Ben, bozuk Arapçamla, ora dilini takliden; “öldü” manasına:

“Mut!” diye haykırdım.

Şeyh cevap verdi:

“Halas!”(kurtuluş, kurtulma)

Ertesi sabah uyandığım vakit dört at ve dört Bedevi duruyordu. Gazveciler veda ve teşekkür için beni bekliyorlar.

Yaralı belki solgundu, süzüktü, ateş içindeydi. Fakat bu Bedevilerin rengini, halini sezmek o kadar güçtür ki… Elimi öptü; yalnız şunu söyledi:

“Şu bindiğim kısrağım gebedir; yavrusu senindir!”

Kısrağına atlarken ona kimse yardım etmedi. Arkalarından baktım. Dördü de dik, dinç görünüyorlardı; dördü de keyifli gibi idiler. Ben kızıl kanlı, yaraya dökülünce yanık et kokusu veren kaynar zeytinyağını düşünüyor, dişlerimi sıkıyordum.

***

Siz o tayı görmeliydiniz … Ha, evet söylemeyi unuttum:

Vakadan (olay) üç sene sonra, ben çiftlikte yokken bir Bedevi gelip bir tay bırakmış, “Paşaya vaat etmiştim, kendisi bilir!” demiş, gitmiş.

Paşa dediği benim … Daha o zaman teğmendim. Fakat Bedevi’nin gözünde bir Türk subayı daima paşadır.

Şişli, 1 938 – Refik Halid Karay

çocuk masalları, gurbet hikayeleri, hikaye, hikaye arşivleri, hikaye oku, hikaye okuma, Hikaye Okumak, hikaye siteleri, hikaye yaz, hikayeler oku, hikayelerimiz, Kısa Hikayeler, kısa masallar, masal, Masal Oku, masal okuma, masallar oku, Öykü, öykü oku, Refik Halit Karay, story, yara,

The post GURBET HiKAYELERİ “YARA” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/secme-hikayeler/gurbet-hikayeleri-yara.html/feed 0
Parmak Kız Masalı https://hikayelerimizden.com/masal-2/parmak-kiz-masali.html https://hikayelerimizden.com/masal-2/parmak-kiz-masali.html#respond Fri, 30 Dec 2022 17:12:39 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8723 Parmak Kız Masalı Bir zamanlar, çocuklara çok düşkün bir kadın varmış. Çocukları bu kadar çok sevdiği halde, bir türlü çocuğu olmuyormuş. Bir gün ihtiyar bir büyücüye gidip, ona bir çocuk sahibi olup olamayacağını sormuş. Büyücü; ‘Buna üzülme, çaresi var. Al sana bir arpa tanesi. Bu arpayı, ne köylü tarlasına eker, ne de tavuklar yer. Verdiğim […]

The post Parmak Kız Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Parmak Kız Masalı

Bir zamanlar, çocuklara çok düşkün bir kadın varmış. Çocukları bu kadar çok sevdiği halde, bir türlü çocuğu olmuyormuş. Bir gün ihtiyar bir büyücüye gidip, ona bir çocuk sahibi olup olamayacağını sormuş. Büyücü;

‘Buna üzülme, çaresi var. Al sana bir arpa tanesi. Bu arpayı, ne köylü tarlasına eker, ne de tavuklar yer. Verdiğim arpayı evinde bir saksıya ek, sonra da bekle, ne olacağını görürsün.’ demiş. Kadın teşekkür ederek, büyücünün bu iyiliği karşısında, ona biraz para vermiş. Sonra, doğruca evine giderek, arpa tanesini saksıya ekmiş. Sabırla saksının başında beklemeye başlamış. Çok geçmeden saksıda, laleye benzeyen, iri bir çiçek açmış. Lalenin taç yaprakları, sanki olgunlaşmamış gibi sımsıkı kapalı duruyormuş. Saksıdaki bu çiçeği, hayran hayran seyreden kadın, dayanamayıp öpüp koklamaya başlamış. O an içinden, ne güzel çiçek diye düşünmüş. Kadın böyle düşünür düşünmez, aniden çiçeğin yaprakları açılıvermiş. Bu, kadının hayatında gördüğü en güzel ve büyük laleymiş. Lalenin çanağının bir köşesine büzülüp oturmuş parmak boyunda bir çocuk varmış. Çocuğu görür görmez, kadın hemen adını “Parmak Kız” koymuş. Kadın, Parmak Kız’ın beşiğini cilalı ceviz kabuğundan, yatağını menekşe yaprağından, yorganını da gül yaprağından yapmış. Parmak Kız, yeni hayatına kolayca alışmış. Geceleri kendisi için yapılan yatakta uyur, gündüzleri masanın üstünde oynarmış. Kadın masanın üzerine içi su dolu, etrafında çiçek süsleri olan tabağını koyarmış. Parmak Kız da suya bir lale yaprağı atarak üstüne oturur, iki beyaz at kılını, kürek gibi kullanıp tabağın bir başından bir başına geçermiş. Onun bu hali, göze o kadar hoş görünürmüş ki, seyrine doyum olmazmış. Üstelik Parmak Kız o kadar içten, o kadar güzel şarkı söylermiş ki, böylesi bugüne kadar ne duyulmuş, ne de işitilmiş…

Bir gece, Parmak Kız beşiğinde mışıl mışıl uyurken, pencerenin kırığından içeriye çirkin bir kurbağa girmiş. Bu patlak gözlü çirkin hayvan, küçük kızın uyuduğu masaya sıçramış. Küçük kızın yorganın altında mışıl mışıl uyuduğunu görünce;

– Ne kadar güzel bir kız, oğluma çok güzel bir eş olur, diyerek, Parmak Kız’ın uyuduğu ceviz kabuğundan beşiği kaptığı gibi, girdiği yerden bahçeye çıkmış.

Evin yakınında, bataklık bir arsanın yanında geniş bir dere akmaktaymış. Çirkin kurbağa ile oğlunun evleri, bu bataklıktaymış. Çirkin kurbağanın oğlu da kendisi gibi pis ve çirkinmiş. Babasının getirdiği ceviz kabuğundaki küçük güzel kızı görünce;

“Viraaaak… Viraaaak….” diye bir çığlık atmış. Baba kurbağa;

– Çok yüksek sesle konuşuyorsun, şimdi uyandıracaksın. Kuğu tüyü gibi hafif, uyanırsa korkudan uçup gidiverir sonra, demiş.

Baba ile oğul kurbağa, Parmak Kız’a kalacak bir yer yapmaya karar vermişler. Bu arada baba kurbağanın aklına çok güzel bir fikir gelmiş; ‘Derede yetişen nilüfer yapraklarından birisinin içine oturtalım. Orada bir adadaymış gibi olur ve kaçamaz. Biz de bu arada, bataklığın dibindeki büyük odayı güzelce derler, toplarız. Sizin yatak odanız olur.’ demiş.

Derenin ortasında gerçekten de, suyun üstünde açılmış nilüferler ile yeşil yassı yaprakların yüzdüğü görülmekteymiş. Uzaklarda çok iri bir yaprak varmış. Baba kurbağa, Parmak Kız’ı alarak o yaprağa doğru gitmiş. Parmak Kız’ı, ceviz kabuğundan beşiği ile birlikte oraya bırakmış. Sabah, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte Parmak Kız da uyanmış. Önce nerede olduğunu anlayamamış. Zavallı Parmak Kız bir an sonra nerede, nasıl bir yerde olduğunu görmüş. Üstünde durduğu koca yaprağın etrafının su ile çevrili olduğunu anlayıp, yere inemeyeceğini düşününce ağlamaya başlamış. O anda ihtiyar kurbağa da, bataklığın dibindeki odayı oğlu ile Parmak Kız’a hazırlamak için uğraşıyor, renkleri sararmış su bitkilerinin yapraklarıyla süpürüyormuş. Amacı, güzel geline layık bir oda hazırlamakmış. İşini bitirdikten sonra çirkin oğluyla beraber küçük kızın yatağını alıp, gelin odasını hazırlamak için işe koyulmuşlar. Baba kurbağa ve oğlu, Parmak Kız’ı almak için yanına gittiklerinde, suya dalıp çıkmışlar. Baba kurbağa;

‘Güzel kız, işte kocan olacak oğlum bu. Bataklığın dibinde size eşsiz bir ev hazırlıyorum.’ demiş.

Çirkin oğlanın ağzından, “Vıraaak, vıraaak” diye sürekli aynı ses çıkıyormuş. Baba ile oğul, kızın yattığı ceviz kabuğundan, zarif yatağı almış, kızın yatağın üzerinde yalnız bırakıp, yüzerek evlerine dönmüşler. Parmak Kız, baba kurbağa kadar çirkin bir yaratığın yanında oturacağını, bir de onun oğluna eş olacağını düşündükçe, gözünden seller gibi yaşlar akıyormuş. O sırada derede yüzen kırmızı balıklar, ihtiyar kurbağanın söylediklerini duymuş, Parmak Kızı görür görmez o kadar güzel bulmuşlar ki, çirkin bir bataklık kurbağasının bu kadar güzel bir kızı alıp, onu üzmesine gönülleri razı olmamış. Hep beraber, kızı kurtarmak için çalışmaya başlamışlar. Önce, kızın üzerinde oturduğu yaprağın etrafına toplanıp, iyice dişleyerek yaprağı koparmışlar. Böylece serbest kalan yaprak, akıntıya kapılarak çirkin baba oğul kurbağalarının yetişemeyecekleri kadar uzaklara sürüklenmiş. Parmak Kız, bu şekilde yeşil yaprağın üzerinde yol alırken, onu gören kuşlar;

‘Oh! Ne kadar güzel ve nazlı kız!’ diye öterek, hayranlıklarını gizleyemiyorlarmış. Akıntı ile durmadan yol alan Parmak Kız, çok geçmeden ülkesinin sınırlarını geçmiş. Bu yolculuk esnasında, Parmak Kız’a güzel bir beyaz kelebek arkadaşlık etmiş. O da yaprağın üzerine konmuş, yanındaki beyaz kelebekle birlikte üstelik kurbağaların kendisine yetişemeyeceklerinden dolayı Parmak Kız çok mutluymuş. Sular güneşin gönderdiği ışınlarla saf altınlar gibi parıldıyor, Parmak Kız bu güzellikleri seyretmeye doyamıyormuş. Daha hızlı yol alabilmek için, kemerinin bir ucunu kelebeğe, bir ucunu da yaprağa bağlamış. Kelebeğin gücüyle şimdi daha hızlı yol alıyorlarmış. Onlar, bu şekilde son hızla yol alırken, oradan geçmekte olan büyükçe bir mayıs böceği, Parmak Kız’ı görmüş.

Küçük vücudunu ayakları ile sararak, birlikte uçup bir ağaca konmuş. Yeşil yapraklar ise, kelebekle birlikte akıntıya kapılıp gitmiş. Bir anda kendisini küçük bir ağacın üzerinde bulan Parmak Kız, büyük bir korkuya kapılmış. Fakat onu en fazla üzen, beyaz kelebek olmuş. Çünkü küçük, beyaz kelebeği, kemeri ile yaprağa bağlamıştı. Kelebek bu yüzden, açlıktan ölebilir, sulara boğulabilirdi. Mayıs böceği ise Parmak Kız’ın derdini sormak şöyle dursun, onu ağacın en iri yaprağına oturttuktan sonra, ağaçtaki çiçek suları ile karnını doyurup başının çaresine bakmasını söylemiş. Sonra da Parmak Kız’ın gönlünü almak için;

‘Her ne kadar mayıs böcekleri gibi güzel değilsen de, pek çirkin de sayılmazsın.’ demiş.

O ağaçta oturan diğer mayıs böcekleri biraz sonra, Parmak Kız’ı görmek için misafirliğe gelmişler. Dişi mayıs böcekleri, Parmak Kız’a yüksekten bakıp küçümseyen bir sesle;

‘Ne kadar gülünç bir yaratık, yalnızca iki bacağı var.’ diyerek gülmeye başlamışlar.

Diğer mayıs böcekleri konuşmayı sürdürmüşler; ‘Ne kadar da cılız öyle, kanatları bile yok.’

Daha başkaları; ‘Ay, ne kadar çirkin, yüzüne bakılır gibi değil.’ demişler.

Hepimiz biliyoruz ki, Parmak Kız, onların söyledikleri gibi çirkin değil, aksine seyrine doyum olacak kadar güzelmiş. Onu kaçıran ve ilk bakışta güzel bulan mayıs böceği de diğerlerinin söylediklerine inanmaya başlamış. Bu nedenle Parmak Kız’ı daha fazla yanında alıkoymak istememiş. Parmak Kız’a, gönlünün dilediği yere girmekte serbest olduğunu söylemiş. Mayıs böcekleri, onu alıp bir papatyaya oturtmuşlar. Çok güzel olduğu halde, kendisini çirkin bulan mayıs böceklerine içerleyen Parmak Kız, ağlamaya başlamış. Parmak Kız, o yaz tek başına yaşamış. Açlığını ve susuzluğunun çiçeklerin öz sularını içerek gidermeye çalışmış.

Parmak Kız, yaz ve sonbahar mevsimlerini böyle geçirmiş. Kış olunca, ona şarkıları eşlik eden kuşlar bile bir bir gitmeye, ağaçlar yapraklarını dökmeye başlamış. Altında barındığı yapraklar bile sararıp kurumuşlar. Parmak Kız’ın giysileri de zamanla eskiyip lime lime olduğundan, soğuktan etkileniyormuş. Kış mevsimi iyice bastırınca, lapa lapa kar yağmaya başlamış. Her kar tanesi onun ufacık vücudunu bir kürek toprak gibi örtüyormuş. Üşümemek için kuru yapraklara sarınmış ama yapraklar onu battaniye gibi ısıtamadığından tir tir titriyormuş. Parmak Kız’ın sığındığı ormanın yakınında sürülmüş, büyükçe bir tarla varmış. Tarlanın üzeri samanla örtülüymüş. Parmak Kız oraya gidebilmek için, ormanı bir baştan bir başa kat etmek zorundaymış. Tüm gücünü sarf etmiş ve son bir gayretle tarlaya ulaşmış. Samanların altında bir tarla faresinin yuvasını bulmayı başarmış. Tarla faresinin yuvası tıka basa yiyeceklerle dolu, dayalı döşeli yatak odası, mutfağı ve kileri ile çok rahat bir yuvaymış. Farenin de keyfi pek yerindeymiş. Açlıktan ve soğuktan ölmek üzere olan Parmak Kız, bir lokma yiyecek bulma ümidiyle, evin kapısını bir dilenci gibi çalıp, bir arpa tanesi rica etmiş. Bu yuvada yaşayan dişi tarla faresi, aslında çok iyi yürekliymiş. Dilenci olmadığını anladığından, Parmak Kız’a; ‘İçeriye gir bakalım, sıcacık bir odam ve pek çok yiyeceğim var. Benimle birlikte karnını doyurursun.’ diyerek onu yuvasına davet etmiş. Parmak Kız’ı çok beğendiği için ona, kendisine her gün bir masal anlatması şartı ile kışı birlikte geçirmeyi teklif etmiş. Parmak Kız, bu teklifi ve şartları memnuniyetle kabul etmiş. Aradan birkaç gün geçtikten sonra tarla faresi, Parmak Kız’a şunları söylemiş;

– Bugün konuğumuz gelecek. Komşum, haftada bir defa gelmeyi adet edinmiştir. Onun hali vakti benden daha iyidir. Evi çok geniş ve salonu mobilyalıdır. Üstelik sırtında siyah kadife kürkü var. Eğer onun yanına gidebilsen çok rahat edersin ama o burnunun ucunu bile göremez. Bildiğin en güzel masalları anlatıp, onu ömür boyu oyalaman gerekecek. Tarla faresinin komşum dediği köstebekten başkası değilmiş. Parmak Kız, böyle birisinin yanında yaşamaya hiç de niyetli değilmiş. Biraz sonra, sırtında kadife kürkü ile köstebek gelmiş. Tarla faresinin anlattığına bakılırsa, çok zenginmiş. Evi, tarla faresinin yirmi katı kadarmış. Köstebek çiçekleri ve güneşi hiç görmemiş ama yine de seviyormuş. Parmak Kız, evlerine gelen konuğu ağırlamak için şarkı söylemeye başlamış. . Parmak Kızın söylediği şarkılar “Uç böceğim uç” ile “Papaz tarlaya gelince” imiş. Parmak Kız’ın sesini ve şarkılarını çok beğenen köstebek, şefkatle kızın üzerine doğru atılmış fakat Parmak Kız çok sessiz olduğundan ağzını açıp bir şey söylememiş. Köstebek, biraz önce kendi evi ile fareninki arasında bir yeraltı koridoru yaparak buraya geldiğini anlatmış. Komşusu fareye ve yabancı kıza isterlerse orada gezinebileceklerini söylemiş ve “Tabii geçitteki bir kuş ölüsüne aldırmazsanız.” diye de eklemiş. Koridordaki kuş öleli aslında çok olmamış. Buraya da, köstebek koridoru kazdığı sıralarda düşmüş gibi duruyormuş. Köstebek, dişlerinin arasına, karanlıkta parlayan ve etrafa ışık saçarak aydınlatan bir çöp almış ve koridor boyunca hanımlara yol göstermiş. Koridora ölü kuşun yanına yaklaştığında, toprağı burnuyla eşeleyerek ışığın aydınlatabileceği bir delik açmış. İşte o zaman, yerde yatan bir kırlangıç görmüşler. Kanatları yanına düşmüş, başı ve ayakları tüylerinin arasına sokulmuş, zavallıcık herhalde soğuktan ölmüş. Ormanda etrafında uçuşup cıvıl cıvıl ötüşen kuşlara karşı, gönlünde sonsuz bir sevgi bulunan parmak Kız, gördüğü bu manzara karşısında çok üzülmüş. Fakat köstebek, kırlangıcı ayağı ile iterek; ‘Artık ötmüyor. Dünyada kuş doğmak gibi bir felaket var mı? Allah’a çok şükür çocuklarımdan hiçbirinin başına böyle bir dert gelmedi. Varı yoğu ötüşünden ibaret bir kuş tez zamanda yoksulluğa düşer, kış gelince de ölür.’ demiş.

Tarla faresi; ‘Evet, komşucuğum, pek akıllıca konuştunuz.

“Kiviit” diye ötmek neye yarar? Ancak yoksulluk içinde ölmek için birebirdir. Gene de öttükleri için tavus kuşu gibi kurulanlar bile var.’ demiş. Parmak Kız, bu konuşmalara katılmamış. Ama sırtları kuşa doğru döndüğünde, kırlangıcın başındaki tüyleri kaldırıp bir öpücük kondurmuş. İçinden de; ‘Belki bu da, yaz aylarında benim için neşeli neşeli ötenlerden biridir. Şayet öyleyse ona ne sevinçler, ne mutluluklar borçluyum.’ demiş.

Köstebek, ışığın girmesi için açtığı deliği tıkadıktan sonra, hanımları evlerine kadar uğurlamış fakat gece Parmak Kız uyuyamamış. Kalkmış, saman çöplerinden bir hasır örmüş ve koridora gidip kırlangıcın üzerine örtmüş. Toprağın soğuğundan koruyabilmek için de ayrıca, farenin evinde bulduğu pamuklarla iyice sarmış; ‘Allah’a ısmarladık, şirin küçük kuşcağız. Ağaçlar yaprakla örtülüyken, güneş bizi ısıtırken, yaz boyunca neşeli şarkılarını dinledim.’ demiş. Sonra da başını kuşun göğsüne dayamış fakat korku ile doğrulması bir olmuş. Çok heyecanlanan Parmak Kız, önce ürkmüş. Kendisi, bir başparmak büyüklüğünde olduğundan, kuş yanında dev gibi duruyormuş.

Yine de gayretle kırlangıcın iki yanındaki pamukları iyice sarmış, yorgan olarak kullandığı nane yaprağını da getirip kırlangıcın başına koymuş. Ertesi gece, Parmak Kız sürünerek kırlangıca bakmaya gitmiş ve onu hayatta bulmuş. Zavallı kırlangıç çok bitkin ve hasta olduğundan, küçük kıza bakmak için gözlerini zorlukla aralayabilmiş. Koridor çok karanlık olduğu için Parmak Kız, elinde ışıltılı bir çöp tutmaktaymış. Hasta kırlangıç; ‘Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, küçüğüm. Beni öyle ısıttın ki, yakında hiçbir şeyim kalmayacak. Tamamen iyileştiğim zaman ben de güneşi çok olan ülkelere gideceğim.’ demiş.

Parmak Kız, kırlangıcın başını okşamış ve ‘Dışarısı çok soğuk. O kadar çok kar var ki, her taraf buz tutmuş. Sıcacık yatağında yatıp bir an önce iyileşmelisin. Senin için elimden geleni yapacağım, demiş.

Parmak Kız bunları söyledikten sonra, çiçek yaprağıyla su getirip kırlangıca içirmiş. Sonra da onun kanadını bir çalıya çarparak nasıl yaralandığını dinlemiş. Bu nedenle kırlangıç, arkadaşları kadar hızlı uçamamış. Sıcak ülkelere doğru zaman kaybetmeden yollarına devam ederlerken o, daha fazla dayanamamış, yorgunluktan ve halsizlikten yere düşmüş.

Kendinden geçmiş. Nasıl olup da buralara geldiğini hatırlayamıyormuş. Zavallı kırlangıç, bütün kış mevsimini orada geçirmiş. Parmak Kız, tarla faresi ile köstebeğe sezdirmeden kırlangıca yardım ediyormuş. Çünkü onların, birtakım nedenlerle bu yardımları engellemelerinden korkuyormuş.

Yavaş yavaş güneş toprağı ısıtmaya, ilkbahar tüm güzelliğiyle kendini göstermeye başlamış. Kırlangıç, artık Parmak Kız’a veda etme zamanın geldiğini biliyormuş. Ondan, köstebeğin açıp kapattığı deliği yeniden açmasını istemiş. Sırtına binip, yakındaki ormana gelip gelmeyeceğini sormuş. Oradan ayrılmasının arkadaşı tarla faresini çok üzeceğini bilen Parmak Kız; ‘Seninle gelebilmeyi çok isterdim, fakat olmaz.’ diye cevap vermiş. Kırlangıç, güneşli yerlere doğru uçarken; ‘O halde, hoşça kal benim nazlı, küçük çocuğum. Senin yaptıklarını asla unutmayacağım. Allaha ısmarladık!’ demiş. Parmak Kız, gözleri yaşlarla dolu, kırlangıcın gidişini izliyormuş. Bu ayrılığa nasıl dayanacağını düşünmeye başlamış çünkü kırlangıca yürekten bağlanmış. Kırlangıç son bir defa; “Kiviit! Kiviiit!” diye öterek gözden kaybolmuş.

Parmak Kız’ın derdi, yaz mevsimin gelmesiyle birlikte artmaya başlamış. Güneşe çıkıp ısınması imkânsızlaşmış. Tarla faresinin evinin üzerindeki buğdaylar büyümüş, parmak boyundaki bir kız için, geçilmesi zor bir orman haline gelmiş. Tarla faresi;

– Artık yaz geldi. O can sıkıcı, kadife kürklü köstebek, mutlaka seninle evlenmek istediğine göre, çeyizini hazırlamalısın. Sonra en güzel çeyizler gerek.

Köstebek karısının hemen hemen hiç eksiği olmamalı. Tarla faresi, bu amaçla dört çıkrık kiralamış. Parmak Kız iplik eğiriyor, gece gündüz demeden çalışıyormuş. Durmaksızın kumaş dokusunlar diye gündelikle dört tane örümcek tutmuş.

Köstebek, hemen her akşam misafirliğe geldikçe, toprağı ısıtıp, dayanılmaz hale getiren güneşi kötülemekteymiş. Bu yüzden düğün mevsim sonuna kalmış. Düğün günü yaklaştıkça, Parmak Kız her gün, güneşin doğuşu ve batışında kapıya çıkıp, rüzgârda sallanan buğday başaklarının arasından, gökyüzünün mavisini, doğanın güzelliklerini seyredip, sevgili kırlangıcını düşünüyormuş. Fakat kırlangıç, uzaklara gittiğinden belki hiç dönmeyeceğini düşünerek üzülüyormuş. Sonbahar yaklaşırken, Parmak Kız’ın çeyizi tamamlanmış.

İhtiyar fare; ‘Dört hafta sonra düğün yapılacak.’ Demiş fakat Parmak Kız ağlayarak, çirkin köstebekle evlenmek istemediğini söylemiş. Fare; ‘Yoo… Yoo… İnatçılık yok, rica ediyorum senden. Yoksa beyaz dişlerimin tadını tadarsın haa… Üstelik böyle yakışıklı bir erkekle evlendiğin için ne mutlu sana. Kürkün böylesi krallarda bile yoktur, mutfağının kileri tıklım tıklım dolu. Karşına böyle kısmet çıktığı için sevinmelisin.’ demiş. Düğün günü gelip çatmış.

Köstebek, . Parmak Kız’ı toprağın çok derinliklerindeki evine götürmek üzere gelmiş. Köstebek güneşi sevmediği için, artık o da bir daha güneşin parlak ışıklarının görmeyeceğini düşünüyormuş. Tarla faresinin evinde hiç olmazsa, gidip kapıdan dışarıya bakabiliyormuş. Parmak Kız, küçük kollarını kaldırarak; ‘Allah’a ısmarladık güneş! Allah’a ısmarladık. Senin ışıklarının girmediği bu iç karartıcı yerde yaşamaya mahkûmum artık ben.’ diye seslenmiş. Tarladaki buğdaylar biçilmiş, yerde yalnızca samanlar kalmış. Bu nedenle, Parmak Kız farenin evinin önünde birkaç adım ilerlemiş. Kırmızı bir çiçeği elini değdirmiş.

Ona dönerek: – Allah’a ısmarladık. Eğer, benim kırlangıç dostumu görürsen, selamımı söyle, demiş. .

Tam içeriye gireceği anda, başının üzerinde, “ Kiviiit!… Kiviiit!” diye bir ses duymuş. Başını kaldırıp da baktığında, çok sevdiği kırlangıcını görmüş. Kırlangıç da kızı gördüğü için çok sevinçliymiş. Parmak Kız, kırlangıca, köstebekle zorla evlendirileceğini, güneş girmeyen bir yeraltı evinde oturmaya mahkûm olacağını anlatmış. Bunları anlatırken de gözlerinden yağmur gibi yaşlar dökülüyormuş. Tüm bunları dinleyen kırlangıç:

Artık kış yaklaşıyor, sıcak ülkelere gitmeye hazırlanıyoruz. Birlikte gelmek ister misin? Seni bir kuşakla sırtıma iyice bağlarım. Birbirimizden hiç ayrılmayız. Uzaklara, çirkin köstebekle güneş girmeyen karanlık evinden çok uzaklara kaçarız. Böylece güneşin her gün görüldüğü, göz kamaştırıcı çiçeklerin açtığı sıcak ülkelere varmak için birlikte dağlar aşarız, gel, ne olursun. Seni bu halde bırakamam. Ben yerde yarı donmuş, baygın yatarken beni ölümden kurtardın, sevgili küçük, benimle gel.

Parmak Kız: – Seninle elbette gelirim, demiş: En sağlam tüylerden birine kuşağına bağlamış. Böylece kırlangıçla Parmak Kız ormanların, denizlerin, karla örtülü dağların üzerinden uçup gitmişler. Böyle rüzgâra ve soğuğa alışkın olmayan Parmak Kız, kırlangıcın tüyleri arasına iyice büzülmüş. Yalnızca aşağıdaki seyrine doyum olmaz güzellikleri seyredebilmek amacıyla başını çıkartıyormuş. Sonra iki dost, sıcak ülkelere gelmişler. Buralar öyle güzel yerlermiş ki, sanki güneşi daha parlak, gökyüzü pırıl pırılmış. Bahçelerde, bağ ve kayalıklarda sarılı, kırmızı güzel asmalar kendiliğinden yetişiyor, ormandaki ağaçlardan limonlar, elmalar sarkıyormuş. Belki de dünyanın en güzel çocukları yollarda, kırlarda bin bir renkli kelebeklerle oynuyorlarmış. Kırlangıç yol aldıkça, gördüğü bu güzelliklere, yeni güzellikler ekleniyormuş. Etrafı yemyeşil ağaçlarla çevrili, mavi bir gölün ortasında, bembeyaz mermerden bir saray görünmüş. Bu sarayın uzun sütunlarına asmalar sarılmış. İşte bu sütunların tepesinde birçok kırlangıç yuvası varmış. Tabii Parmak Kız’ı taşıyan kırlangıcındaki de oradaymış. Kırlangıç:

– İşte evime geldik. Ama birlikte kalmamız yakışık almaz. Zaten seni ağırlamak durumunda değilim. Sen en güzel çiçeklerden birini seç. Seni orada rahat ettirebilmek için elimden geleni yapmaya çalışacağım, demiş. Parmak Kız ellerini çırparak:

– Çok güzel ne mutlu bana! diye cevap vermiş. Aşağıda, büyük bir mermer sütun üçe bölünmüş halde, yere uzanıyormuş. Aralarında çok güzel çiçekler varmış. Kırlangıç, Parmak Kız’ı yaprakların birisinin üzerine oturtmuş. Bu güzellikler içinde Parmak Kız çok mutluymuş. Yaprağında oturduğu çiçeğin içine baktığında, birden hayretler içinde kalakalmış. Çiçeğin içinde cam gibi pırıl pırıl, bembeyaz ve küçük bir adam oturuyormuş. Adamın boyu bir parmak kadarmış. Omuzlarında parlak kanatları, başında ise altın tacı varmış. Bu görkemli adam, o çiçeğin perisiymiş. Oradaki her çiçek, bir küçük erkekle kadına saray olmuş. Kendisi de tüm bu ulusa hükmediyormuş. Parmak Kız, kırlangıcın kulağına eğilerek; ‘Aman, ne güzel.’ demiş.

Koskoca, dev gibi kırlangıcı görünce, çiçekler kralı biraz korkmuş. Fakat yanındaki kıza gözü ilişince, hem korkudan sıyrılmış, hem de çok sevinmiş. Hayatında bu kadar güzel bir kıza ilk kez rastlıyormuş. Önce ismini sormuş. Sonra da başındaki tacı çıkararak, Parmak Kız’ın başına koymuş. Ardından da kendisiyle evlenmek istediğini söylemiş. Razı olursa, tüm çiçeklerin kraliçesi olacağını da sözlerine eklemeyi ihmal etmemiş. Karşısına çıkan bu şansın, ne kurbağanın oğluna, ne de siyah kadife kürklü köstebeğe benzediğini düşünen Parmak Kız, “Evet!” demekte, tereddüt etmemiş. Kral ve kraliçeye armağanlar vermek üzere, her çiçekten erkekli kadınlı seçkin bir kalabalık ortaya çıkmış. Verilen armağanların içinde, omzuna iliştirilen ve çiçekten uçmasına yarayan bir çift kanat kadar hoşuna giden olmamış ve o günden sonra Parmak Kız ve Prens sonsuza kadar mutlu yaşamışlar.

masal, masal oku, çocuk masalları, parmak kız, parmak kız masalı, masallar, 

The post Parmak Kız Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/masal-2/parmak-kiz-masali.html/feed 0
Halk Masalları “KUĞULAR” https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallari-kugular.html https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallari-kugular.html#respond Tue, 13 Dec 2022 19:37:54 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8692 Halk Masalları “KUĞULAR” Bir padişahın, on bir oğluyla bir tek kızı vardı. Bu çocukların sevgili anneleri ölünce, padişah başka bir kadınla evlendi. Bu yeni hanım sultan, büyücüydü; üvey çocuklarını da hiç sevmiyordu. Bir gün, üvey annesi Nilüfer’i hamama götürdü. Yüzüne, başına, vücuduna siyah bir boya sürdü; büyüyle boyayı çıkmaz bir hale getirdi. Kız, pek çirkin […]

The post Halk Masalları “KUĞULAR” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Halk Masalları “KUĞULAR”

Bir padişahın, on bir oğluyla bir tek kızı vardı. Bu çocukların sevgili anneleri ölünce, padişah başka bir kadınla evlendi. Bu yeni hanım sultan, büyücüydü; üvey çocuklarını da hiç sevmiyordu.

Bir gün, üvey annesi Nilüfer’i hamama götürdü. Yüzüne, başına, vücuduna siyah bir boya sürdü; büyüyle boyayı çıkmaz bir hale getirdi. Kız, pek çirkin oldu. Artık padişah babası, yüzüne bakamıyordu. Kızcağızdan herkes iğreniyordu. Sonunda, onu mutfağa attılar, bulaşıkları yıkamakla görevlendirdiler.

Üvey anne bununla da kalmadı; kızın on bir erkek kardeşini de büyüyle birer kuğu şekline soktu. Bu zavallılar, geceleyin yine insan olurlardı; ama güneş doğar doğmaz, kuğu şekline girerek havaya uçarlardı. Yeşil göllere giderek, orada sazların mor gölgelerinde yıkanırlardı. Nilüfer, kardeşlerini gördüğü sürece, saraydaki aşağılamalara dayandı; ancak, kardeşlerinin birer kuğu olarak uçup gittiklerini gördükten sonra, artık sarayda kalmayı istemedi. Bir gün, gizlice saraydan çıktı, az uz, dere tepe düz gittikten sonra, bir yeşil gölün kıyısına geldi ve söğüt ağacının gölgesinde oturarak gölün güzel renklerini seyretmeye daldı.

Bu anda, karşıdan bir beyaz bulutun gelmekte olduğunu gördü. Bulut göle yaklaşınca, bunun beyaz kuğular sürüsü olduğunu anladı. Bu beyaz kuğular, önce göle inerek serin sular içinde yıkandılar. Sonra, içlerinden biri Nilüfer’i görerek arkadaşlarına gösterdi, hepsi birden suda yüzerek, kız kardeşlerinin yanına geldiler; elini, ayağını, saçlarını öpmeye başladılar. Kız, bunların, kendi kardeşleri olduğunu tanıdı; onlara, başından geçen bütün felaketleri anlattı. Kuğular, bu sözleri işitip anlıyorlardı; ama cevap veremiyorlardı.

Gece olunca, kuğular birer genç şehzade oldular. Nilüfer, kardeşlerini birer birer tanıdı; onlarla sabaha kadar konuştu, ama sabah olunca, yeniden, hepsi kuğuya dönüştüler, uçarak gölün öte yanına gittiler. Nilüfer, akşama kadar sabırsızlıkla bekledi. Akşama doğru, beyaz bulut yeniden göründü. Kuğular, yine zümrüt sularda yıkandıktan sonra Nilüfer’in yanına geldiler. Geceleyin insan kılığına girdiler. Nilüfer’e dediler ki: “Biz gölün bu kıyısında barınamayız. Buranın havası, toprağı, her şeyi sıkıcıdır. Karşıki kıyıda güzel bir kumsal vardır; kumları altından, sedefleri inciden, çakıl taşları elmastandır. Bu kumsalın üzerindeki tepede, çam ormanlarının içinde, ağaçların birbirine geçmesinden, doğal bir köşk ortaya çıkmış… orası bizim sarayımızdır. Ormanda her türlü yemiş ağaçları, av kuşları var. Seninle orada mutlu bir hayat yaşayabiliriz. Yarın sabah, biz birer kuğu olunca, seni kanatlarımızın üzerine alacağız, gölün üzerinden geçireceğiz; sakın korkmayasın. Bizim kanatlarımız kuvvetlidir. Suya düşeceğini hiç hatırına getirme!”

Sabah olunca, altı kuğu yan yana gelerek bir sal şeklini aldılar. Nilüfer bu salın üzerine oturdu. Beş kuğu da kanatlarını açarak salın üzerinde bir gölgelik yaptılar. Bu beyaz sal, gökte uçmaya başladı. O, yukarıda uçarken, hayali, aşağıdaki gölün gümüş aynasına yansıyordu. Nilüfer, düşmekten korkmadığı için, bu yolculuktan çok zevk alıyordu. Akşam yaklaşınca, bir adaya indiler; o geceyi adada geçirdiler. Sabahleyin, yine beyaz uçağı oluşturdular. Nilüfer’i akşama doğru karşı kıyıya, altın kumlu, inci sedefli, elmas taşlı kumsala indirdiler. Geceyi, ormandaki doğal köşkte geçirdiler. Sabah olunca, kardeşleri yine kuğu olup uçtular. Nilüfer köşkten çıktı; ormanda gezindi. Ağaçların dalları güzel, yaprakları güzel, çiçekleri güzeldi; yemişleri de çok lezzetliydi.

Akşama kadar gölün kıyısında, ormanın ağaçları altında gezindi. Akşam olunca kuğular geldiler, kardan daha beyaz köpüklü sularda yıkandılar. Güneş batar batmaz, yine insan oldular. Buradaki tatlı hayat, aylarca sürdü. Bir gece, Nilüfer’in rüyasına ak saçlı bir yaşlı kadın girdi, “Ormanın doğu tarafında bir süt gölü var; orada yıkanırsan, eski güzelliğini bulursun,” dedi. Nilüfer, sabah olmadan kardeşlerini uyandırarak, süt gölünün yerini öğrendi. Sabah olup da kuğular uçunca, o da süt gölüne doğru gitti. Göle girip de yıkandıktan sonra aynaya baktı: Üvey annesinin yaptığı büyüden önceki güzelliği, tamamıyla geri gelmişti. Akşam, kardeşleri Nilüfer’i bu durumda görünce çok sevindiler.

Nilüfer, o gece de rüyasında yaşlı kadını gördü. Kadın dedi ki: “Kardeşlerini büyüden kurtarmayı istersen, mezarlıklardaki ayrıkotundan on bir gömlek örmelisin; ama bunlar bitinceye kadar, sana ne gibi işkenceler yapsalar, ağzından hiçbir söz çıkmayacaktır. Hiçbir soruya yanıt vermeyeceksin. Eğer bütün işkencelere dayanarak, hiç konuşmaksızın, bir söz bile kullanmaksızın on bir gömleği yapar ve kuğulara giydirirsen, onlar hemen eskisi gibi insan olurlar.”

Nilüfer uyanınca, ayrıkotu aramaya gitti. Topladığı otlarla, gömleklerin birincisini örmeye başladı. Akşam, kardeşleri geldiler, ne yapmakta olduğunu sordular, hiç yanıt vermedi; sürekli örüyordu. Kardeşleri, “Bu konuşmamak da büyüdür,” dediler. Artık geceleri, kardeşleriyle konuşmuyordu. Onlar konuşuyor, kendisi gömlek örüyordu.

Bir gün, o diyarın genç padişahı ava çıkmıştı; yolu doğal köşke uğradı. Köşkün güzelliğine hayran oldu. Hele orada dünya güzeli Nilüfer’i görünce, ona bin candan bin cana âşık oldu. Genç padişah, kıza kim olduğunu sordu; Nilüfer yanıt vermedi. Adını sordu, yine yanıt almadı. Kız, hiç durmaksızın gömlek örüyordu. Genç padişah, kızın bu haline şaştı. Kıza, “Bana varır mısın?” diye sordu; yine yanıt yok. Vezirleri, “Susmak, kabul etmektir,” dediler; kızı bir arabaya koyarak genç padişahın sarayına götürdüler.

Kırk gün, kırk gece düğün yaptılar; ama Nilüfer, hiç oralarda değildi. O, sürekli gömlek örüyordu. Ayrıkotu bitince, geceleri saraydan çıkıyor, mezarlıklarda ayrıkotu topluyordu. Beri yanda, padişaha varmak isteyen vezir kızları vardı. Onlar, Nilüfer’in arkasına gözcü koydular. Sonunda padişaha, nişanlısının büyücü olduğunu, geceleri mezarlıklarda dolaştığını, halk aleyhine büyüler yaptığını haber verdiler; “İnanmazsan, geceleyin arkasından git; kendi gözünle görürsün!” dediler. Bir yandan da, halk arasında, kızın büyücü olduğunu yaydılar. Padişah şüphelenmişti. Gece olunca, kızın arkasına düştü. Kız mezarlığa geldi, ot toplamaya başladı. Padişah, kızın büyücü olduğuna inandı. Kızı mahkemeye verdi. Kadı, birçok soru sordu. Kız hiçbirine karşılık vermiyor, elindeki gömleği örüyordu. Kadı, sonunda, kızın asılmasına hüküm verdi; (padişah) Nilüfer’in yanına geldi, bir tek söz söylerse cezasının bağışlanacağını, yine eskisi gibi nişanlısı kalacağını söyledi. Nilüfer, elindeki gömleği örmekten başka hiçbir hareket göstermedi, gömleği örmekte devam etti.

Padişah, kızın bu davranışından öfkelendi. “Hüküm uygulansın!” dedi. Cellatlar kızı aldılar, darağacının yanına götürdüler. Kız, son gömleğini bitirmek için acele ediyordu. Bir saniye durmuyor, örüyor, hep örüyordu. Cellat ölüme hazırlanmasını söyledi. Birçok seyirci bu büyücünün nasıl öleceğini seyretmeye gelmişlerdi. Kız, yine aldırmadı; gömleği örmeye devam etti. Zaten gömlek bitmek üzereydi. Cellat, ağzından bir söz çıkarmak için, ona abdest almasını, namaz kılmasını, tövbe etmesini öğütleyip duruyordu; kız da son örgüleri bitirmeye çabalıyordu. Sonunda, cellat usandı. Kızı asmak için elini uzattığı zaman, son gömlek de bitmişti. Bu anda on bir kuğu, bir beyaz bulut gibi uçarak geldiler, kızın çevresini aldılar. Kız, yanındaki on bir gömleği, birer birer bunlara giydirdi; on bir kuğu, birdenbire on bir şehzade oldu. Bu durumda, cellat da, seyirciler de şaşırıp kaldılar. Bu anda kız, cellada dedi ki:

“Şimdi padişah ve kadı efendi gelsinler, her işi anlatacağım.” Padişahla kadı efendi geldiler. Nilüfer, üvey annesinin kendisine ve kardeşlerine nasıl büyü yaptığını, kendisinin konuşmamasının ve geceleri ayrıkotu toplayarak sürekli gömlek örmesinin, bu büyüleri bozmak için olduğunu ve bunu yapmak üzere, rüyasında bilinmeyen âlemden emir aldığını söyledi. Kardeşleri de, bu sözlerin doğru olduğuna tanıklık ettiler. Padişah, Nilüfer’in babasına haber göndererek, hanım sultanla birlikte düğüne davet etti. Düğün sırasında yaşlı baba, çocuklarını tanıdı. Hain karısını boşayarak babasının evine gönderdi; çocuklarına sarılarak gözlerinden öptü. Damadına da, çocuklarını kurtardığı için büyük teşekkürler etti. Bundan sonra hepsi mutlu yaşadılar.

ZİYA GÖKALP “ALTIN IŞIK” KİTABINDAN HALK MASALLARI

HAZIRLAYAN:

MEHMET NURİ YARDIM
TÜRK KLASİKLERİ

HALK MASALLARI

 

masal, hikaye, Türk masalları, Türk hikayeleri, halk masalları, halk hikayeleri, öykü, halk öyküleri, ziya gökalp, ziya gökalp hikayeleri, altın ışık, altın ışık kitabı, hikaye örnekleri, masal örnekleri, halk hikayeleri örnekleri, halk masalları örnekleri, destan, halk destanları, halk destanı, kuğu, kuğular, padişah, prenses, şehzade,

The post Halk Masalları “KUĞULAR” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallari-kugular.html/feed 0
Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayelerinden-huseyin-ile-senem-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayelerinden-huseyin-ile-senem-hikayesi.html#respond Wed, 30 Nov 2022 07:22:44 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8688 Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi Âşıklardan Halk Hikayeleri Hikâyemize, Allah gani gani rahmet eylesin, Âşık Yaşar Reyhanî’nin bir türküsünü söyledikten sonra başlayacağız: Sakın dağlar gibi yüceyim deme Zaman gelir etrafın kar olur Kış geldi yaz gelmez deyip gam yeme Her kışın sonunda bir bahar olur Dağ odur ki üzerinde kar ola Bülbül odur ötüşünde […]

The post Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi

Âşıklardan Halk Hikayeleri

Hikâyemize, Allah gani gani rahmet eylesin, Âşık Yaşar Reyhanî’nin bir türküsünü söyledikten sonra başlayacağız:

Sakın dağlar gibi yüceyim deme
Zaman gelir etrafın kar olur
Kış geldi yaz gelmez deyip gam yeme
Her kışın sonunda bir bahar olur
Dağ odur ki üzerinde kar ola
Bülbül odur ötüşünde zar ola
Dost odur ki dar gününde yar ola
Geniş günde düşman bile yar olur
Reyhanî ne yapsa kalır o destan
Bir günde toprağı verirler üstten
Varlığın kefendir evin kabristan
Nöbetçin iki taş bir mezar olur

Sizlere anlatacağım bu hikâye Ali İzzet adında Diyarbakırlı bir aşiret ağasının oğlu Hüseyin ile gelini Senem’in hikâyesidir.

Ali İzzet Ağa’nın sadece bir kız çocuğu vardı, başka da çocuğu olmuyordu. “Ya Rab bana bir oğul ver, bir oğul ver, bir oğul ver,” diye hep feryat ediyordu. Bu şekilde aylar, yıllar birbirini kovaladı, değişen bir şey yoktu. Bir gün, demek ki saati, vakit gelmiş, hani Allah’ın eşref saati derler ya, o vakte rastlamış olmalı ki Allah onun dualarını kabul etmiş, bir oğlu olmuştu Ali İzzet Ağa’nın.

Müjdeciler müjde getirdiler, kurbanlar kesildi, davullar vuruldu, zurnalar çalındı. Ali İzzet Ağa oğlunun adını Hüseyin koydu.

Zaman geçti, Hüseyin büyüdü, artık yirmi yaşına gelmişti. Ali İzzet Ağa işte o zaman oğlunu evlendirmeye karar verdi. Kendi oğluna layık, kendi aslına, asaletine değer güzel bir gelin bulmak için Diyarbakır’ın bütün beldelerini dolaştı, gezdi. Nihayet Senem adında bir kız buldu. Düğün dernek kuruldu, davullar, zurnalar çalındı, çok toy tutuldu. Yedi gün boyunca kurbanlar kesildi, yemekler yendi, takılar takıldı. Ali İzzet Ağa sonunda Senem Hanım’ı kendi evine getirip oğluyla evlendirmişti.

Aradan yedi yıl geçti. Şimdi siz ne derseniz deyin dostlar, kimisi heyecandan der, kimisi bir hastalığı vardır der, biz bir şey demeyeceğiz, sadece şu kadarını söyleyeceğiz ki aradan bunca zaman geçmesine rağmen Hüseyin’in bir çocuğu olmamıştı. Ali İzzet Ağa, bir gün evinin önündeki bahçeye çıktı, kuşların birbiriyle cıvıldaştığını, ötüştüğünü görünce çok etkilendi, “ya Rab,  sanki bu feleğin pazarlığı da bizimle,” diye dert yandı Allah’a, “ben hep bir oğul istedim, şimdi oğlum da kalkıp oğul mu isteyecek?” Senem Hanım o esnada bahçeyle uğraşıyordu. Bakalım orada Ali İzzet Ağa feleğe sitem, Senem’e de minnet olsun diye neler söylüyordu:

Böyle bağlar, böyle bağlar
Kızım yar başını böyle mi bağlar
Kuş uçmaz kervan geçmez
Yıkılsın böyle bağlar ey

Senem Hanım bu sözlere içerledi, “kaynatam bu sitemi bana yapıyor,” diye söylendi, “ama aslında bende bir suç yok, onun kendi oğlunda iş yok.”

Sonra da sırtını bir ağaca yaslayıp o kamış parmaklarını mızrap etti. Bakalım Senem Hanım, Ali İzzet Ağa’ya ne cevap veriyordu:

Böyle bağlar böyle bağlar
Gelin başını böyle bağlar
Ah bülbül güle konmadı
Neylesin böyle bağlar

Ali İzzet Ağa, Senem’in ne demek istediğini anlamadı, o kendi âlemindeydi, siteminin ikinci kıtasına devam ediyordu:

Yüce dağdan kar beklerim
Has bahçadan nar beklerim
Yedi yıldır bağ becerdim
Meyvesi yok bar beklerim.

Ali İzzet Ağa sözünü bitirir bitirmez Senem aldı ikinci sözünü:

Yüce dağdan kar bekleme
Has bahçeden nar bekleme
Yetmiş bahçeyi becersen
Sen oğlundan bar bekleme

Bunun üzerine Ali İzzet ağa son sözünü söyledi:

Yüce dağlar karsız olmaz
Has bahçeler narsız olmaz
Başka bir bağı becerim
Oğul bağı barsız olmaz

Senem Hanım da ona şöyle cevap verdi:

Her yüksek dağların karı yok
Her yiğidin ikrarı yok
Buna Senem neylesin
Senin oğlun barı yok

İşte o anda bahçenin kapısı açıldı ki kim geldi, Hüseyin geldi. Meğer Hüseyin babasıyla Senem atışmaya başladığında eve varmış, o atışma boyunca da kapının önünde beklemiş. Hüseyin, kimseyle hiç konuşmadan, sinirli bir halde geçip içeriye girdi. Senem anlamıştı Hüseyin’in darıldığını, o da peşinden içeriye girdi. Hüseyin’in çantasını hazırladığını gördü, “nereye gidiyorsun,” diye sordu. “Eh, artık bana yol göründü Senem,” dedi Hüseyin, “sen beni babama şikâyet ettin, senin oğlunda erkeklik yok dedin. Şimdi ben kalkıp sana başka kocaya git diyemem, o yüzden ben gidiyorum. Sen de başının çaresine baksan iyi edersin.” O çantasını toplarken Senem de oturmuş ağlıyordu.

Hüseyin heybesini sırtına aldı, bindi bir ata. Nereye gidecekti şimdi bu adam, çok zengin bir babanın oğlu, o güne kadar hiç mi hiç çalışmamış, elini kalemden kıskanan bir adam, atına binmiş nereye gidiyordu, gurbete. Arkasından ağlıyor, ağıtlar yakıyordu Senem Hanım, ama nafile, Hüseyin gidiyordu.

O akşam Diyarbakır’dan çıktı Hüseyin, Bağdat şehrine doğru gidiyordu.

Günler sonra Bağdat şehrine vardı. Bir zamanlar bir işten parmaklarını kıskanan bu adam şimdi bir inşaatta çalışmaya başlamıştı, kazmaya, küreğe sarılmış, çalışıyordu. Çok geçmeden birkaç arkadaş da edindi kendisine. Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları takip etti, Hüseyin artık neredeyse yedi yıldır orada çalışıyordu. Bir gün arkadaşıyla arası bozuldu. O arkadaşı tuttu Bağdat şehrinden Diyarbakır’a, Hüseyin’in babasına, Ali İzzet Ağa’ya, “Amca başınız sağ olsun, emri hak vaki oldu, oğlunuz aramızda yedi yıldır çalışıyordu, ama artık rahmetli oldu,” diye bir mektup yazdı.

Tabii, o zamanlar posta yok, tren yok, Hüseyin’in arkadaşı bir kervancıya verdi bu mektubu. Kervancılar mektubu ancak aylar sonra Diyarbakır’a getirip Ali izzet Ağa’ya ulaştırabildiler. Mektubu Ali izzet Ağa’ya okudular, Ali İzzet Ağa o anda beyninden vurulmuşa döndü, ne yapacağını bilemedi, ağlamaya başladı, hüngür hüngür ağlıyordu. Eşi dostu yanına baş sağlığına geliyor, Ali İzzet Ağa’yı teselli ediyorlardı. Fakat ne mümkün, Ali İzzet Ağa aylarca yemedi, içmedi, çok üzüntülüydü.

Fakat öte yandan kafasını kurcalayan bir düşünce de musallat olmuştu ona:

Oğlu ölmüştü, peki, şimdi bu gelini, Senem’i ne yapacaktı, başka bir oğlu da yoktu ki onunla evlendirsin, bıraksın da Senem yâd ellere gelin mi olsundu.

Düşündü, düşündü, sonunda bir dostuna, canından bile çok sevdiği Kahraman Ağa’ya haber gönderdi. Dostluklar çok önemlidir. Samimi dost canından çok sever dostunu. Ali İzzet Ağa şu mektubu yolladı Kahraman Ağa’ya:

“Benim oğlum Hüseyin öldü, sen de gel benim gelinim Senem’i kendinize gelin et, oğluna götür. Biliyorsun Kahraman, ben senin evine geldiğim zaman senin evin benim evimdir, senin gelinin de benim gelinim sayılır. Oğlum öldü, bari Senem gibi birevimdir gelinim de yâd ellere gitmesin.”

Kahraman Ağa bu haberi alınca çok üzüldü. Yapacak bir şey yok deyip istemeye istemeye, eşiyle dostuyla birlikte kalktı, Diyarbakır’a geldi. Senemi ikinci defa gelin ettiler. Bu sefer davullar, zurnalar çalmadı, sade bir tören yapıp aldılar Senem’i götürdüler. Arkalarından sadece bir davul ve zurna, bir de birkaç atlı gidiyordu. Onlar gitmeyedursun biz haberi nereden verelim, Bağdat’tan.

Hüseyin’in, arkadaşıyla arası düzelmişti, eskisi gibi dost olmuşlardı. Bir ara arkadaşı Hüseyin’e onun arkasından iş çevirdiğini itiraf etti, “Hüseyin, kardeşim hakkını helal et,” dedi, “ sana çok kızdığımdan babana senin öldüğünü haber veren bir mektup yazdım.” Hüseyin arkadaşına gücenmedi, hatta bir nebze de sevinmiş gibi oldu bu mektuba, “iyi olmuş,” diye düşündü, “ben öldüm diye Senem de artık benim yolumu o kadar beklemeyip başka bir kocaya gitmiştir. O zaman ben de evime dönerim, artık bu derdim de bu sırrım da benimle beraber mezara gider.”

Hüseyin ilkin böyle düşündü ama meselenin o kadar kolay olmadığını kendisi de içten içe biliyordu. Ne de olsa serde sevdalık vardı. Hüseyin o gurbet elde geçirdiği yedi yılın bir gününde, bir anında bile Senem’i düşünmeden edemedi. Fakat elinden de bir şey gelmiyordu, erkeklik gururu elini kolunu bağlamıştı. Bunca zamandır yüzüne hasret kaldığı Senem’i ancak rüyalarında görebilmişti. Hüseyin fark etti ki o güne kadar Senem’in hiç değilse kendi evinde, babasının yanında olduğunu bilmek onun acısını bir nebze olsun hafifletiyordu. Şimdiyse sevdiği kadının yâd ellere vardığının, ellerin yâri olduğunun düşüncesi bile Hüseyin’in içini ateşlerle dolduruyor, eritiyordu.

Hüseyin atına bindi, yola revan oldu, çıktı Bağdat’tan, nereye gidiyordu, memleketine, Diyarbakır’a, baba ocağına doğru gidiyordu. Diyarbakır’ın Süsem yaylalarına kadar gelmişti, orada bir baktı ki ne baksın; birkaç atlı kendisine doğru geliyor, bir atın üzerinde de bir gelin var, bir de arkalarından yavaş yavaş gelen davulcuyla zurnacı… Düğün alayı biraz daha yaklaşınca, Âşık Hüseyin, gelinin endamına şöyle bir baktı ki gelin tıpkı Senem’e benziyor, “yahu, Senem olmasın bu,” dedi kendi kendine. Orada atının üzerinde sazını sinesine çekti Âşık Hüseyin, bakalım o düğün alayına ne söyleyecek, düğün alayı ne dinleyecekti, sizler de ne dinleyeceksiniz, Allah hepinizi var etsin:

Güneş çalmış Diyarbakır düzüne
Baba nerden aldız siz bu gelini
Âşık oldum kirpiğine yüzüne
Acep nerden aldız siz bu gelini

Âşık Hüseyin söylüyor, düğün alayı da dinliyordu. Kahraman Ağa öne çıkıp “yavrum, sen kimsin,” diye sordu, “sen bu gelini tanıyor musun?” Bu soru karşısında yavaştan aldı Hüseyin, “belki de tanırım babacan,” dedi, “belki de tanırım.” Sonra da devam etti türküsüne:

Keten gömlek giymiş eli dizinde
Arzumanım kaldı ela gözünde
Üç buhağında üç yüzünde
Baba nerden aldız siz bu gelini

Hüseyin sözünü bitirince Kahraman Ağa arkaya dönüp gelinin yanında duran kadınlardan birine, “yenge hanım,” diye seslendi, “bizim gelinin yüzünde, gerdanında hal, ben diye bir şey var mı?” Gelinin peçesini açıp baktılar ki yüzünde iki, gerdanında da üç beni hâlları var.

“Evet, efendim,” dedi kadın, “o benler gelinde var.” Kahraman Ağa şaşırdı, “Allah Allah,” dedi, sonra da Hüseyin’e dönüp “yavrum, acaba sen birisine mi benzettin bizim gelini,” diye sordu, “onun ismini de bilir misin?” Hüseyin gene ağırdan aldı, “belki de bilirim baba,” deyip türküsüne devam etti:

Bugün hava bulanıktır serindir
Sığındım Mevla’ya Mevla’m kerimdir
Korkarım ki benim Senem yârimdir
Baba götürmeyin verin yârimi

Kahraman Ağa, Âşık Hüseyin’in bu sözleri karşısında iyice şaşırdı, “oğlum sen bu gelinin adını nereden biliyorsun,” diye hayretle sordu Hüseyin’e, “onun kocası ölmüş, kimi kimsesi de yok, sen kimsin yavrum?” “Hele şöyle,” dedi Hüseyin, sonra da bakalım kendisini nasıl tanıttı:

Babanın sözünü baştan tutmalı
Varıp gurbet ele tekrar gitmeli
Erini öldürüp yâri satmalı
Baba nerden aldız siz bu gelini

Hüseyin ölmediğini ima ediyordu, “nereden çıkarıyorsunuz benim öldüğümü, kocasını öldürüp yârini mi satıyorsunuz,” diye sitem ediyordu onlara.

Ondan sonra şu sözlerle kendisini iyice aşikâr etti:

Ne karaymış bu alnımın yazısı
Kaderine razı olmaz bazısı
İşte benim İzzet Bey’in kuzusu
Baba götürmeyiverin yârimi

Hüseyin son bendini de bitirmişti ki Kahraman Ağa eğilip yerleri öptü, topraklara sarıldı, “yarabbi sen ne büyüksün,” dedi, “eğer biz Hüseyin’e rastlamasaydık, tevafuk edip de karşılaşmasaydık, ben bu gelini götürecektim, Hüseyin daha sonra çıkıp gelecekti, ben de aziz dostum Ali İzzet’le ebedi bir çıkmaza girecektim.” Sonra Hüseyin’e dönüp “oğlum, baban ağlaya ağlaya kör olmak üzere,” dedi, “sen şimdi git Diyarbakır’a, babanı teselli et yavrum, biz de Senem’i tekrar size getirip teslim edeceğiz.” Hüseyin, Kahraman Ağa’nın elini öptü, o da gözlerinden öptü Hüseyin’in, hasretle sarıldılar birbirlerine. Hüseyin atına binip  düğün alayından ayrıldı, biraz sonra o yaylanın ortasında, tabiatın sessizliğiyle baş başa kalınca bir tuhaf oldu, kendisini dinledi; bu defa da meselenin öteki yanı, hani erkeklik gururuna bir türlü yediremediği şu hal duyuruyordu kendisini.

“Yahu, ben ne talihsiz adamım, ben ne şanssız bir insanım,” diye söylendi, “ne olurdu biraz daha geç gelseydim, Senem başkasına gidecekti, ben de bu dertten, bu ıstıraptan, bu çileden kurtulmuş olacaktım ki tam yerinde rastladık, tam!”

Hani bir söz vardır ya dostlar, “aynı tas, aynı hamam,” eve dönmesine dönecekti Hüseyin ama derdi de onla beraber dönecekti. Bir yanda aşk bir yanda gurur, bakalım bu işin sonu nereye varacaktı.

Hüseyin şöyle bir etrafına baktı, kendini tabiata bıraktı: Ağaçların salınışı, rüzgâr esişi, her yanın yemyeşilliği bir yaşama sevincini fısıldıyordu. İşte o an bir münacatta, bir yalvarışta bulundu Hüseyin. Bakalım Hüseyin orada ne söylüyordu, vekâleten biz Veysel Yıldız olarak ne söyleyeceğiz:

Al bu haberlerimi sen rüzgar
Gökleri direksiz kurana götür
Altı günde var eyledi dünyayı
Pazar günü temel kurana götür
Şevketli efendim sultani vezir
Nerde Allah desen orada hazır
Deryalar üstünde boz atlı Hızır
Düşkünler tadına erene götür
Hüseyin’im derdim dağlardan yüce
Yazık kitap etsem olmuyor hece
Kara herk içinde kara karınca
Karanlık gecede görene götür

Hüseyin o yalvarışını bitirmişti ki fani bir ihtiyar kılığında bir pir aniden peyda oldu orada, “selâmünaleyküm, Hüseyin oğlum,” dedi. Hüseyin hâlâ o dalgınlığının içindeydi, baktı ki karşısında kendisine gülümseyen yaşlı bir adam duruyor, “aleykümselâm, baba,” diye karşılık verdi. Neden sonra, olayın garipliğinin farkına vardı, “siz nerden geldiniz,” diye sordu. Pir gülümsemesini sürdürerek “oğlum, sen çağırmasını bilirsen,” dedi, “biz de gelmesini biliriz.

Bizim için örtük perde, kilitli kapı olmaz. Yavrum, sırtını şöyle bir sıvazlayayım da derdin şifa bulsun.” Hüseyin gayriihtiyarî sırtını döndü, sonra tekrar yüzünü dönünce bir baktı ki ne baksın; ihtiyar kaybolmuştu, her şey bir anda olup bitmişti, akıl sır erdiremedi bu işe.

Oradan yoluna devam etti Hüseyin. Nereye gelmişti, Diyarbakır önlerine kadar gelmişti, orada bir çeşme vardı, Hüseyin o çeşmeyi görünce anladı ki baba ocağına varmıştır, Hüseyin’in ömrü hayatı oralarda geçmişti, “çeşmeye şöyle bir yaklaşayım da bir su içeyim oradan,” dedi, yorulmuştu. Çeşmeye yöneldiği anda baktı ki bir kız çeşmeden su dolduruyor; baştan ayağa karalar bağlamış bir kız. Hüseyin bir su isteme bahanesiyle ona bir şeyler sormayı düşündü, bakalım Hüseyin orada ne diyordu, çeşmeden su dolduran kız kimdi ve Hüseyin’e ne cevap veriyordu:

Bana bir yudum su verin içeyim
Ne düşmüşsün ahu zara bacım can
Bu dünyanın işi bitmez bir dava
Gel aldanma ahu zara bacı can

Bakalım baştan ayağa karalar giyinmiş bacı ne cevap veriyordu:

İç suyunu yolcu geç git yoluna
Koyma dert üstüne yara gardaşım
Gözyaşlarım döndü bahar seline
Her gün döktüm bu pınara gardaşım

Bunun üzerine Âşık Hüseyin kıza neden karalar giydiğini soruyordu:

İnsan bir kaptandır dünya bir gemi
Çarpar bir kayaya sonu encemi
Ölüsü olmayan bilmez matemi
Niye böyle kara giydin bacı can

Bu kız Fatma’ydı, Hüseyin’in kardeşi Fatma’ydı ve cevap veriyordu ağabeyine:

Bir karında yattık gitti gelmedi
Yuvamızda baykuş öttü gelmedi
Ecel yollarını tuttu gelmedi
Mihman oldu bir mezara gardaşım

Hüseyin baktı ki kız mezardan, ölüden bahsediyor, kendi kendine “yahu, bu benim bacım, bizim Fatma olmasın,” dedi. Bakalım Hüseyin ona ne söylüyordu:

Gurbete giderken vaadi ne idi
Dünyadan aldığı tadı ne idi
Sen kimsin kardeşin adı ne idi
Söyle bana aşikâra bacı can

Hüseyin’in son sözleri üzerine bakalım Fatma nasıl cevap veriyordu:

Kırılsın kanadı çarkıfeleğin
Genç yaşımda boşa gitti emeğim
Fatma bacısıyım Hüseyin Bey’in
Senem gitti başka yara gardaşım

Sonunda Fatma tanımıştı Hüseyin’i, Hüseyin de Fatma’yı tanımıştı, ağabey kardeş birbirinin boynuna sarıldılar. Yedi yılın hasreti sonunda birbirine kavuşmuştu. “Fatma, bacım, şimdi biz eve gidelim,” dedi Hüseyin, “babama da bir kavuşayım. Bir iyi haberim daha var; yolda gelirken düğün alayıyla karşılaştım. Onlar da daha sonra buraya gelecekler, yani Senem gitmedi.” Fatma bu haberi alınca iyice bayram etti, koluna girdi ağabeyinin, “eve gidelim, babam da seni görsün,” dedi, “nicedir ağlamaktan harap olmuş gözleri artık bir gülsün.”

Eve vardıklarında Hüseyin baktı ki babası kapının önündeki sal taşının üzerine bir post atmış, onun üstünde oturuyor. Az kalsın tanıyamayacaktı babasını Hüseyin, Ali İzzet Ağa’nın neredeyse o post kadar beyazlanmıştı. Hüseyin babasını böyle saçı sakalı bembeyaz olmuş bir halde görünce, hemen eline vardı babasının, “babam,” dedi, “yedi yılda ne hale gelmişsin böyle?” Sarıldı babasına, ağladı, hüngür hüngür ağladı. Baba oğul birbirlerine sarılmışlardı, ama yine de bir türlü inanamıyordu Ali İzzet Ağa, “yok, oğul, yok, benim kulaklarım duymaz, gözlerim görmez oldu artık, seçemiyorum seni yavrum,” dedi, “benim oğlum gurbet elde öldü, burada olamaz. Biliyorum, sen beni teselli etmek için Hüseyin olduğunu söylüyorsun, ama benim oğlum gurbet ellerde garip bir mezar oldu, sen benim oğlum değilsin.”

Oğlunun geldiğine bir türlü inanamıyordu Ali İzzet Ağa, Hüseyin ise babasına sarılmış, hüngür hüngür ağlıyordu. Daha kavuştuğuna sevinemeden babasının bu içler acısı hali karşısında yüreği sızladı Hüseyin’in. Üstelik babası da hâlâ inanamıyordu oğlunun geldiğine, “yok oğul yok, ben yaşlandım diye
beni teselli mi ediyorsun,” diyordu. Şimdi ne yapaydı da babasını inandıraydı Hüseyin, sazını sinesine çekti, bakalım babasına ne diyordu:

Efkârlanma yaralanma babacan
İnan baba oğlun Hüseyin geldi
Yaradan’ı sever isen ağlama
İnan baba oğlun Hüseyin geldi

Hüseyin söylüyor, Ali İzzet Ağa ise hüngür hüngür ağlıyordu:

Her yılda bir bayram olduğu gibi
Ağlayan yetimler güldüğü gibi
Yusuf’un Mısır’dan geldiği gibi
İnan baba oğlun Hüseyin geldi

Hüseyin devam ediyordu, Ali İzzet Ağa ise hâlâ inanamıyordu bir türlü, ağlıyordu. İhtiyarlamış, bembeyaz olmuştu, gözlerinden yaşlar tane tane akıyor, sel oluyordu. Nihayet, “oğlum, Hüseyin gibi oğul gelse de olur, gelmese de,” dedi, “Senem gibi bir gelin gittikten sonra…”

Hüseyin, babasının bu lafından onun gelinini ne kadar çok sevdiğini, ona ne kadar değer verdiğini anladı. Devam etti sözüne:

Hüseyin’im döndüm deli şaşkına
Bundan sonra minnet etme müşküle
Yeri göğü yaratanın aşkına
İnan baba oğlun Hüseyin geldi

Hüseyin sözünü bitirdi, Ali İzzet Ağa, “oğlum, Senem gibi gelinim gitti, çok perişan oldum,” dedi, hâlâ hüngür hüngür ağlıyordu, “sen nerdeydin yavrum, hem niçin ölüm haberin geldi,” diye sordu. Hüseyin babasının ellerinden tuttu, “baba, sen gelinini telaş etme,” dedi, “artık bütün acılar geride kaldı. Yolda senin dostunu, Kahraman amcayı gördüm, Senem gelinini tekrar getirecekler, düğün alayı da gelecek, sen hiç üzülme baba, olur mu? Bundan sonra senin yanından hiç ayrılmayacağım baba.” Ali İzzet Ağa ihtiyarlamış, erimiş, çocuk kadar kalmıştı. Hüseyin, aslan gibi serpilmiş o adam, babasını, çocuk kadar kalmış o ihtiyarı kucağına aldı. Ali İzzet Ağa, “oğlum Hüseyin beni balkona çıkar,” dedi, “o aziz dostumun gelişini, artık ne kadar görebilirsem, balkondan şöyle bir izleyeyim, gözleyeyim.” Ali İzzet Ağa’nın gözleri az görüyordu, kulakları da ağır işitiyordu. Aradan çok geçmemişti ki ileriden nal sesleri, davul zurna duyuldu. Az sonra Kahraman Ağa peşinde bir kalabalıkla kapıya gelip dayanmıştı.

Kahraman Ağa balkonda duran arkadaşını gördü, “Selâmünaleyküm, Ali İzzet Ağa, senin gibi sadık bir dostu ben değişir miyim hiç dünyaya,” diye seslendi, “senin gelinini rabbim bana nasip etmedi, onu geri getirdim. Gözün aydın olsun, oğlun da sapasağlam evine geldi. Artık bana da verdiğin emaneti geriye teslim etmek düşer.”

Bunun üzerine Ali İzzet Ağa arkadaşına, “Kahraman Ağa, dostum, senden bir ricam daha var,” dedi, “madem Senem’i getirdin, Senem’i indir, yerine de kızım Fatma’yı bindir.” Böylece Ali İzzet Ağa, Kahraman Ağa’nın oğluna kendi kızını, Fatma’yı gelin olarak verdi. Senem’in indiği o ata Fatma’yı bindirdiler.

Bir yıl sonra Hüseyin’le Senem’in biri kız, biri erkek, cıvıl cıvıl ikiz çocukları olunca hem Ali İzzet Ağa hem de Hüseyin ile Senem öyle büyük bir mutluluğa kavuştular ki geçmişte yaşanılan tüm o üzüntüler unutuldu. Hüseyin’in Hüseyin’in vaktiyle üzgün bir şekilde ayrıldığı o evin bahçesinde şimdi çocukları koşuşuyor, kelebekler uçuşuyordu, Ali İzzet dedeleri de ağaca sırtını vermiş mutlulukla onları izliyordu.

İşte bir hikâyenin daha sonuna geldik. Bu aile de böyle bir mutlu sona ulaştı. Daha nice hikâyelerimiz vardır, sizlerle başka bir hikâyede buluşmak üzere…

masal, hikaye, Türk masalları, Türk hikayeleri, halk masalları, halk hikayeleri, öykü, halk öyküleri, hikaye örnekleri, masal örnekleri, halk hikayeleri örnekleri, halk masalları örnekleri, destan, halk destanları, halk destanı, Âşıklardan Halk Hikayeleri, Hikâye, Hikâyelerimiz,

 

The post Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayelerinden-huseyin-ile-senem-hikayesi.html/feed 0
Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallarindan-tembel-ahmet-masali.html https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallarindan-tembel-ahmet-masali.html#respond Tue, 29 Nov 2022 15:16:16 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8684 Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı Bir padişahın aşk yüzünden delirmiş bir oğluyla üç kızı vardı. Kızların düğün zamanı geçmeye başlamıştı. Bir gün, bu üç sultan, bostancıbaşıyı çağırdılar. Her biri bir karpuz ısmarladı. Büyüğü, çok geçmiş bir karpuz; ortancası, az geçmiş bir karpuz; küçüğü, tam olgun bir karpuz istedi. Bostancıbaşı, istenen karpuzları getirdi. Sultanlardan her biri, […]

The post Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı

Bir padişahın aşk yüzünden delirmiş bir oğluyla üç kızı vardı. Kızların düğün zamanı geçmeye başlamıştı. Bir gün, bu üç sultan, bostancıbaşıyı çağırdılar. Her biri bir karpuz ısmarladı. Büyüğü, çok geçmiş bir karpuz; ortancası, az geçmiş bir karpuz; küçüğü, tam olgun bir karpuz istedi. Bostancıbaşı, istenen karpuzları getirdi. Sultanlardan her biri, kendininkine adını yazarak, karpuzları padişaha gönderdiler. Padişah karpuzları kesti, kızlarının bu bilmecelerindeki anlamları anladı.

Padişah, önce büyük kızını çağırdı, “Seni bir gence mi vereyim, ergin ve olgun bir adama mı vereyim?” diye sordu. Büyük sultan, “Siz bilirsiniz padişahım!” diye cevap verdi. Padişah, bunu sağ vezirin oğluna verdi, düğünlerini yaptı. Sonra ortanca kızını çağırarak, aynı soruyu sordu ve aynı yanıtı aldı. Bunu da sol vezirin oğluna verdi. Sıra küçük kıza gelince, ona da aynı soruyu sordu; ama küçük sultan, saray(lı)lara özgü incelikli ikiyüzlülüğe gerek görmedi:

“Şevketli babacığım! Beni gence veriniz,” dedi. Padişah bu cevaptan öfkelendi, hemen tellallar çağırtarak, nerede tembel, miskin, uyuşuk bir genç varsa, haber verilmesini duyurttu. Meğer, yoksul bir kadıncağızın, Tembel Ahmet adlı bir oğlu varmış. Yerinden kalkmaya bile üşenirmiş. Bunun kulübesini padişaha haber verdiler. Padişah, küçük kızını, ceza olmak üzere bu gence verdi. Bunların da düğünü yapıldı.

Tembel Ahmet, bir gün evin bahçesinde hava almak istedi. Annesi, onu arkasına alarak götürdü. Sultan hanım, kaynanasına dedi ki:

“Sen onu bahçeye götürdün, oradan getirmek de bana düşer.” Kaynanası, “Ah sen onu nasıl getirebilirsin?” demesiyle, “Kocam değil mi? Elbet de getiririm,” dedi ve hemen mutfağa koştu, ateşli bir odun alarak Tembel Ahmet’in yanına gitti: “Sen hiç utanmaz mısın? Annen, seni bahçeye sırtında getirip götürüyor. Daha ne zamana kadar evde kalacaksın? Hadi git, çalış, para kazan! Sen de bir adam ol. Yoksa, bu odunla sana güzel ziyafet çekerim!” dedi. Tembel Ahmet bu durumu görünce, korkusundan sokağa fırladı, çarşıya gitti; orada, onun bunun eşyasını taşımaya başladı. Akşama kadar beş on kuruş kazandı; akşam olunca eve geldi, yavaşça kapıyı çaldı.

Tembel Ahmet: “Tak, tak!”

Annesi: “Kim o?”

Tembel Ahmet: “Benim, Tembel Ahmet!”

“Gir içeri!”

“Hanım evde mi?”

“Evde.”

“Odun elinde mi?”

“Elinde.”

“Öyleyse gelmem. Al bu parayı; ben yine kazanmaya gidiyorum.”

Annesi her ne yaptıysa, Tembel Ahmet içeri girmedi. Ertesi gün, yine beş on kuruş kazanarak, akşam kapıya geldi.

“Tak, tak!”

“Kim o?”

“Benim, Tembel Ahmet!”

“İçeri gelsene oğlum…”

“Hanım evde mi?

“Evde!”

“Odun elinde mi?”

“Elinde!”

“Öyleyse içeri gelemem. Al bu parayı, ben yine kazanmaya gidiyorum.”

Ertesi gün bir tüccar, Tembel Ahmet’e beş yüz kuruş verdi:

“Bu parayı harçlık olarak ailene bırak. Seni kervanbaşı tayin ediyorum; benimle Bağdat’a gideceksin. Hayvan başına sana yüz kuruş vereceğim,” dedi. Tembel Ahmet bu teklifi kabul etti, beş yüz kuruşu alarak eve geldi:

“Tak, tak!”

“Kim o?”

“Benim, Tembel Ahmet!”

“İçeri gelsene oğlum!”

“Hanım evde mi?”

“Evde değil!”

“Odun elinde mi?”

“Elinde değil!”

“Al bu beş yüz kuruşu; ben ticaret için Bağdat’a gidiyorum.”

“Oğlum, içeri gel de az biraz yüzünü göreyim.”

“Hanım evde, şimdi gelemem, Allahaısmarladık!”

Tembel Ahmet, kervanla beraber yola çıktı.

Kervan, bir gün ıssız, ağaçsız, susuz bir çöle rast geldi. Araya araya, tepeler arasında gizli bir kuyu buldular. Tüccar, Tembel Ahmet’e kovayla kuyuya inmesini ve orada kovayı suyla doldurmasını emretti. Bu işin ücreti olarak, hayvan başına bir lira alacaktı. Tembel Ahmet kuyuya indi, kovayı su ile doldurdu. Kervan halkı kovayı yukarı çektikçe hayvanlara su veriyorlardı. Hayvanlar suyu bitirince, yeniden kovayı salıyorlar, Tembel Ahmet onu yeniden dolduruyordu. Ama Tembel Ahmet yalnız bu işle uğraşmıyordu; kuyunun içinde bir kapı gördü. Bu kapıdan içeri girince bir köşk gördü. Bu köşkte kara gözlü bir kız oturmuş, mahzun mahzun düşünüyordu.

Kara gözlü kız, Tembel Ahmet’i görünce, “Aman Allah aşkına olsun, beni bu kuyudan kurtar!” diye yalvarmaya başladı. Tembel Ahmet, “Şimdi seni çıkarırsam, dışarıdaki arkadaşlarım belki sana bir kötülük ederler; birkaç gün daha sabret, ilk uğradığımız şehirde kervandan ayrılarak iki atla, bir ip merdivenle buraya geleceğim, seni kurtaracağım,” dedi. Kız, kendisini unutmasın diye yüzüğünü parmağından çıkararak Tembel Ahmet’in parmağına taktı. Tembel Ahmet köşkün bahçesine çıkınca, orada yemişleri gerçek narlardan farksız yapay nar ağaçları gördü. Tembel, gerçek sandığı bu narlardan kopararak omzundaki heybesinin iki gözünü doldurdu ve kıza veda ederek kuyudan çıktı. Bu kervanın içinde eski bir arkadaşını gördü. Heybeyi bu arkadaşına teslim ederek evine gönderdi.

Bir gün akşama doğru, Tembel Ahmet’in evinde, karısıyla annesi konuşuyorlardı, kapı çalındı;

“Tembel Ahmet, size gönderdi,” diye içeriye, narlarla dolu bir heybe verildi. Küçük sultan, “Ne güzel narlar!” diyerek heybeyi kilere götürdü. Bir gece gelin hanım, kaynanasına, “Bu güzel narlardan bir tanesini keselim de yiyelim!” dedi. Bir nar getirerek kesti. Narın yapma olduğunu, içinin inci, elmas, yakut ve zümrütlerle dolu olduğunu gördüler; “Bu narları saklayalım,” dediler.

Ertesi gün, kestikleri nardan çıkan mücevherleri sattılar. Bunun parasıyla, padişahın sarayına karşı güzel bir saray yaptırdılar. İçinde, tekke gibi, bütün yolcuların ve seyyahların misafir edileceğini, pek güzel yemekler verileceğini duyurdular. Padişah, vezirine, “Bu sarayın sahibini bilmek istiyorum. Kılığımızı değiştirip oraya gidelim, bir çorba içelim; belki sahiplerini de görürüz,” dedi. Derviş kılığına girerek yeni saraya geldiler. Adamlardan hiçbirini tanıyamadılar.

Tembel Ahmet’in kervanı Bağdat’a ulaşınca, tüccar ona bir altın tepsi verdi, “Bu tepsiyi Musul padişahına götürürsen, sana çok bahşiş verecektir,” dedi. Tembel Ahmet, Musul’a giderek, tepsiyi padişaha sundu. Padişah, Tembel Ahmet’in parmağındaki yüzüğü görünce, dört yıldan beri kayıp olan kızının yüzüğü olduğunu tanıdı. Padişah, yüzüğün onun eline nasıl geçtiğini sordu; Tembel Ahmet, kuyu serüvenini anlattı.

Padişah, “O, benim kızımdır; sizin ülkenin veliahtıyla nişanlıdır. Bir gün, kızım ortadan kayboldu; çok aradık, bulamadık. Nişanlısı da, uğradığı felaketten çıldırdı. Şimdi kızımı kuyudan kurtarırsan, hem benden, hem kendi padişahından çok bağışlar alırsın,” dedi. Tembel Ahmet’e beş on arabayla bir tabur asker verdi. Tembel Ahmet, kuyunun yanına gelince içine indi, kara gözlü sultanın bütün eşyasını dışarı çıkardıktan sonra, sultana dedi ki: “Şimdi sen de çıkmaya hazırlan! Ama, önce ben çıkacağım; çünkü, sen daha önce çıkarsan, beni burada bırakıp gitmeleri ihtimali var!”

Tembel Ahmet, kuyudan çıktıktan sonra sultanı da çıkardı, Musul’a babasının yanına götürdü. Kız, babasıyla, annesiyle görüştükten sonra, nişanlısının yanına gitmek istedi. Tembel Ahmet, nişanlısının, eniştesi olduğunu; kendisi de memlekete gitmek üzere olduğundan, onu yanında götürebileceğini söyledi. Sultan memnunlukla, birlikte gitmeye razı oldu. Kafile, şehre bir saat uzaklıktaki bir köye ulaşınca, Tembel Ahmet, “Siz burada kuracağımız çadırda bekleyiniz; ben gidip, geldiğinizi haber vereyim,” dedi. Tembel Ahmet, kulübesinin kapısına geldi, sultan hanım, Tembel Ahmet gelince tanıyabilsin diye kulübeyi yıktırmamıştı. Tembel Ahmet kapıyı çaldı:

“Tak, tak!”

“Kim o?”

“Benim, Tembel Ahmet!”

“İçeri gelsene kocacığım!”

“Hanım evde mi?”

“Evde!”

“Odun elinde mi?”

“Elinde değil!”

Tembel Ahmet içeri girdi. Bir de ne görsün, evlerinin içi görkemli bir saray olmuş. Karısı, gönderdiği narların mücevherlerle dolu olduğunu, yalnız bir tanesini satmakla bir saray yaptırdıklarını anlattı. Tembel Ahmet’e, “Sen hamama git, elbiseni değiştir, ben onu getiririm,” dedi; hemen altın arabaları hazırlatarak karşılamaya gitti. Kara gözlü sultanı, büyük bir gösterişle saraya getirdi.

Ertesi akşam, padişahla oğluna bir ziyafet çekti. Padişah, ister istemez, deli şehzadeyi de birlikte götürmeye razı oldu. Delinin hiç kimseye zararı yoktu; yalnızca derin bir iç sıkıntısıyla yaşıyordu. Padişah, Tembel Ahmet’i tanıyamadı. O arada küçük kızı, yasemin çubuğunu getirerek kendisine sununca, onu tanıdı. Tembel Ahmet, “Beni tembellikten kurtarıp hiç yorulmaz bir adam haline koyan, kızınızdır. O beni kendisine layık bir koca yaptı, ben de ona ve size değerli bir hediye getirdim:

Dört yıldan beri şehzadeyi bu durumda bulunduran sevgilisini getirdim!” dedi. Bu anda, dört yıllık aşk özlemiyle yanan kara gözlü sultan içeri girerek şehzadeye doğru koştu. Şehzade bunu görünce, elini alnına götürdü, gözleri canlanmaya başladı. Halinden tavrından, yavaş yavaş anılarının uyandığı, belleğinin yerine geldiği anlaşılıyordu. Birkaç saniye geçtikten sonra, tamamıyla aklı başına geldi: “Ah sevgilim!” diyerek nişanlısına sarıldı. Padişah, kızına ve damadına teşekkürler etti. Kırk gün, kırk gece düğün yapılarak, şehzade ile kara gözlü sultan muratlarına erdiler.

Yazar: ZİYA GÖKALP 

masal, hikaye, Türk masalları, Türk hikayeleri, halk masalları, halk hikayeleri, öykü, halk öyküleri, ziya gökalp, ziya gökalp hikayeleri, altın ışık, altın ışık kitabı, hikaye örnekleri, masal örnekleri, halk hikayeleri örnekleri, halk masalları örnekleri, destan, halk destanları, halk destanı,

The post Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallarindan-tembel-ahmet-masali.html/feed 0
Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/omer-seyfettin-hikayeleri/omer-seyfettin-yalniz-efe-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/omer-seyfettin-hikayeleri/omer-seyfettin-yalniz-efe-hikayesi.html#respond Fri, 21 Oct 2022 14:49:01 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8652 Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi 1. Bölüm Dibaçe Bir Anadolu Romanı  ‒ Biraz dinlensek… dedim. Kılavuzum güldü. Kır çember sakallı, şen çehresi pembeleşmişti. ‒ Kesildin mi? diye sordu. ‒ Hayır. Sırtında çiftesiyle üç günlük yiyeceğimizden başka kebemi de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu söyledim. ‒ Ha biraz gayret! ‒dedi,‒ Yarın başına bir çıkalım, oradan öte […]

The post Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi

1. Bölüm Dibaçe

Bir Anadolu Romanı 

‒ Biraz dinlensek… dedim. Kılavuzum güldü. Kır çember sakallı, şen çehresi pembeleşmişti.

‒ Kesildin mi? diye sordu.

‒ Hayır.

Sırtında çiftesiyle üç günlük yiyeceğimizden başka kebemi de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu söyledim.

‒ Ha biraz gayret! ‒dedi,‒ Yarın başına bir çıkalım, oradan öte «Akkovuk»‘a kadar yol iyidir.

‒ … Yarım saat daha tırmandık. Ayaklarımızın altından küçük taşlar kireçli topraklar dökülüyordu. Gayet büyük bir çam ağacının yanına gelince kılavuzum:

‒ İşte yarın başı! dedi.

Yerler çamurdu. Çiseleyen yağmurun dallara çarpan damlaları derin bir fısıltı çıkarıyordu. Ben hemen çöktüm. Çamın kalın gövdesine arkamı dayadım. Cebimden paketimi çıkardım, sırtından yükünü indiren ihtiyar avcıya uzattım:

‒ Yak bir cıgara bakalım, yorgunluk alır.

Ağır bir tavırla:

‒ Burada tütün içilmez! dedi. Sordum.

‒ Niçin? Namazgâh mı burası?

‒ Hayır!

‒ Ya ne?..

Başını salladı. Gizli bir şey söylüyormuş gibi yavaşça:

‒ Burası «Yalnız Efe»‘nin sırrolduğu yerdir! dedi.

Serin bir rüzgâr yağmurun fısıltısını çoğaltarak esiyor, üstümüzde siyah bir çadır gibi açılan çam dalları titriyordu. Anadolu’nun bu yalçın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu korkunç tarafı, Bozdağı’na giden bu ıssız yol, eskiden beri eşkıya uğrağıydı; bunu biliyordum. Ben tenha bir geçidin gizli bir köşesinde uyuyan küçük bir köyde doğdum. Ger Ali’nin, Köroğlu’nun koşmaları, Develi’nin, Cellâv’ın menkıbeleri içinde büyüdüm. Bilmem onun için mi, eşkıya hikâyelerini dinlemeyi pek severim.

Paketimi cebime soktum.

‒ Anlat bana baba, –dedim,– bu «Yalnız Efe» kim? Nasıl sırroldu?

İhtiyar avcı torbanın yanına bağdaş kurdu, çiftesini kucağına uzattı, iri elâ gözleriyle dik yarın keskin kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine dönen derin granit uçurumlara baktı, baktı. Sonra bana döndü:

‒ Anlatayım, dedi. Ben şimdi elli yaşını geçiyorum. O vakit pek ufaktım. Onu gören kadınları dinledim. Kendisi hiç erkeğe gözükmezdi.

‒ Neden gözükmezdi? diye sordum.

‒ Çünkü kızdı.

‒ Kız mıydı?

‒ Evet.

Hayretim hoşuna gitti. Geçmişi seven, bütün harikaları geçmişte sanan, geçmişi takdis eden her yaşlı köylü gibi masum bir şevkle hikâyesine başladı.

Bu azap, elem, ıstırap dolu bir intikam destanıydı. Belki bir saat sürdü. İhtiyar onun yaptıklarını anlatırken muhabebetten dudakları titriyordu. Ben de bu muhabbetin aksini ruhumda duydum. Yalnız Efe’nin her hareketi ahlâkî idi. Halk, yerliler, köylüler ona ulvî bir kahraman gibi tapıyorlardı. Anlatırken ihtiyar, bazen heyecana geliyor, bazen kederleniyor, unutulmamış bir matemin gölgesi yüzünü karartıyordu. Yalnız Efe’nin akıbetini anlatırken kendini tutamadı. Gözlerinden yaşlar boşandı. Kalbi sanki ağzına gelmişti. Hıçkırıyordu. Boynunu bükerek, iri nasırlı elleriyle gözyaşlarını silerek söylediği sözler hâlâ kulağımda.

Av peşinde gezerken iki hafta, bütün uğradığımız köylerde, Yörük obalarında hep Yalnız Efe’nin menkıbelerini dinlemiştim. O vakit şairdim. Duyduğum canlı bir vecdle, kahramanın destanını yazmaya kalktım. Ama niçin bilmem, yarım bıraktım. Aradan işte yirmi beş sene, evet, yirmi beş sene geçti. Bugün tamamlamak ihtimali kalmadığını görüyorum. İhtiyarlayan hatıramda kafiye yok. Bunayan zevkimde kelimelerin ahengi, veznin esrarı yaşamıyor. Fakat gençliğimde yazdığım bir destanı, şimdi bir roman gibi tekrarlayamaz mıyım?

İşte bunu tecrübe ediyorum.

Hikayenin Sayfaları

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10

The post Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/omer-seyfettin-hikayeleri/omer-seyfettin-yalniz-efe-hikayesi.html/feed 0
Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 20. Bölüm https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/cocuk-hikayeleri-cocuk-kalbi-20-bolum.html https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/cocuk-hikayeleri-cocuk-kalbi-20-bolum.html#respond Mon, 31 Jan 2022 14:14:01 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8298 Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 20. Bölüm Kendini Beğenmişlik 5 Aralık, Pazartesi Dün Votini ile Rivoli Caddesi’nde gezmeye gittik. Dora Grossa Sokağı’ndan geçerken Stardi’ye rast­ladık. Kendisini gördüğümüzün farkında değildi. Bir kitapçı vitrinine o kadar dalmıştı ki; yanından geçsek yine göremezdi. Gözlerini kapağı açık duran renkli atlastan ayıramıyordu. Kimbilir, belki de ona sahip olmayı çok arzu ediyordu. […]

The post Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 20. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 20. Bölüm

Kendini Beğenmişlik

5 Aralık, Pazartesi

Dün Votini ile Rivoli Caddesi’nde gezmeye gittik. Dora Grossa Sokağı’ndan geçerken Stardi’ye rast­ladık. Kendisini gördüğümüzün farkında değildi. Bir kitapçı vitrinine o kadar dalmıştı ki; yanından geçsek yine göremezdi. Gözlerini kapağı açık duran renkli atlastan ayıramıyordu. Kimbilir, belki de ona sahip olmayı çok arzu ediyordu.

“Kolay gelsin Stardi! ” dedim. “Tebrik ederim, sokakta bile ders çalışıyorsun ! “

Koca köylü, ters ters baktı:

” Dalga geçme benimle, süt çocuğu! ” dedi.

Şaka yaptığımı anlayınca güldü. Eliyle selam verdi. Votini, çok şık giyinmişti . Bunun, bir çocuk için gereğinden şık olduğunu söylemeliyim. Ayağında kırmızı deri çizmeler, başında beyaz keçe bir şapka, sıntında ipek şeritli bir çeket vardı. Çeketin düğmeleri açıktı. Yeleğinin cebinden gümüş bir saat zinciri sallanıyor­du. Çalımından durulmuyordu; fakat böbürlenip övün­mesi, bu kez başını derde soktu.

Ağır ağır yürüyen Bay Votini’yi arkamızda bırakarak bir süre yolda koştuktan sonra, taş bir sıranın önün­de iyi giyimli olmayan bir çocuğun yanında durmuş­tuk. Çocuk başını öne eğmiş duruyor ve yorgun görü­nüyordu. Gezinerek gazete okuyan bir adam bizden tarafa baktı. Çocuğun babası olmalıydı. Çocuk sıra­nın ortasında oturduğu için, biz iki başa oturduk.

Votini, çok şık olduğunu çocuğa göstermek için ba­hane arıyordu. Ayağını kaldırarak benden tarafa ses­lendi:

” Subay çizmemi beğendin mi?”

Votini’nin maksadını anladığım için konuyu değiş­tirmek istedim. Ama o, sorusunu tekrarladı.

“Güzel, dedim, sana çok yakışmış.”

Çocuk hiç oralı olmadı. Votini pes etmek niyetinde değildi. Ayağını indirip çeketinin şeritlerini gösterdi.

“Bu ipek şeritlerin yerine gümüş düğmeler taktır­mak istiyorum; ne dersin?”

” Bilmem.. ” dedim, ” Şeritler de güzel duruyor. Bence gerek yok.”

Votini göz ucuyla çocuğu izliyordu. Çocuk ipek şe­ritlere de bakmadı. Çocuğun kayıtsızlığı hoşuma git­mişti. Votini bu seferde beyaz şapkasını çıkardı; eli­nin üzerinde döndürmeye başladı. Çocuk şapkaya da dönüp bakmadı. Votini burnundan soluyordu. Ben kıskıs gülmeye başladım.

Votini cebinden saatini çıkardı, göstere göstere bana doğru uzattı.

“Sence bu saat kaç para eder?”

“Bilmem… Kabı altın suyuna batırılmış galiba.”

“Ne münasebet! Gerçek altın.”

“Gerçek altın olamaz. içinde gümüş karışığı da vardır. “

Votini saatini çocuğun gözlerine doğru yaklaştırdı:

” Hey arkadaş, sen söyle; bu saat altın mı değil mi?”

” Bilmem. ” dedi çocuk.

Votini iyice kızmıştı. “Şu havalara bak! Dönüp bak­ mıyor bile.” dedi.

Çocuğun babası Votini’ nin sözlerini duymuş ola­cak ki; gazetesini indirip bizden tarafa doğru yürüdü. Votini’nin kulağına eğildi. Alçak sesle:

” Kusura bakmayın, çocuk kör! ” dedi.

Yetini dehşetle irkildi. Ayağa fırlayıp çocuğun yüzü­ne baktı. Çocuğun gözleri taş gibi donuk ve ifadesizdi. Belki kendisine bakıldığının bile farkında değildi.

Votini utancından kıpkırmızı kesildi. Bakışlarını yere indirdi. Sonra çocuğa döndü:

“Özür dilerim arkadaşım.” dedi; “Bilmiyordum.”

” Önemi yok… ” dedi çocuk.

Votini eve dönünceye kadar hiç konuşmadı. Çok üzülmüştü. Gösterişi seven bir çocuktu belki; ama kötü kalpli değildi.

HİKAYENİN BÜTÜN BÖLÜMLERİ

1 2 3 4 7 9 10 11 12 13 14 15  16 17 18 19 20

hikaye okuma sitemizin çocuk hikayeleri bölümümde okuyacağınız bu hikaye çocuklar için çok faydalı bir eğitici çocuk hikayesidir, eğitici bir hikayedir, çocuklarımızın başarılı olmalarına destek olacak bir hikayedir. Bu hikaye düşündürürken eğiten bir hikayedir. Bu hikaye bölümler şeklide bir hikayedir. Hikayenin her bölümünü sırası ile okumak çok faydalı olacaktır. Hikayeyi daha iyi anlamak için mutlaka hikayeyi sırası ile okuyunuz. Çok faydasını göreceğiniz bir hikayedir. Bu hikayeyi güvenle çocuklarınıza okuyabirlirsiniz.  Bu hikayeyi güvenle çocuklarınıza okutabilirsiniz. Bu hikaye kesinlikle çocuk eğitiminde destek olacak bir hikayedir.

hikaye, hikaye oku, öykü, masal, eğitici hikayeler, ders veren hikayeler, kısa çocuk hikayeleri, çocuk hikayeleri, düşündüren hikayeler, çocuklar için hikayeler, ahlaklı hikayeler, masallar, çocuklar için masallar, çocuk kitapları, okul, ders, ödev, öğretmen, hikaye örnekleri,  Hikayeler Masallar, Kısa hikaye, Büyükler için Hikaye, 0-6 ay bebek hikayeleri, Eğitici uyku masalları, Parmak çocuğun hikayesi, 5-6 yaş kısa hikayeler, fakirler, fakir, mektup, 5-6 yaş masalları oku, Eğitici uyku masalları, Hikaye, En güzel Masallar, Kısa Masal oku, Masal Oku, Kısa hikaye, 0-6 ay bebek hikayeleri, gösteriş meraklısı, kendini beğenmişlik, kendini beğenmiş,

The post Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 20. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/cocuk-hikayeleri-cocuk-kalbi-20-bolum.html/feed 0